English    Türkçe    فارسی   

2
3762-3810

  • Bu Süleyman’a uymayan kuş, karanlığa âşıktır. Yarasaya benzer.
  • مرغ کاو بی‏این سلیمان می‏رود ** عاشق ظلمت چو خفاشی بود
  • Ey kötü yarasa, Süleyman’a alış da ebediyen zulmette kalma.
  • با سلیمان خو کن ای خفاش رد ** تا که در ظلمت نمانی تا ابد
  • Oraya doğru bir arşın gitsen arşın gibi ölçü kutbu kesilir, her tarafı ölçer biçersin.
  • یک گزی ره که بدان سو می‏روی ** همچو گز قطب مساحت می‏شوی‏
  • Irgalaya bocalaya topal, topal bile olsa o tarafa sıçradın mı topallıktan da kurtulursun, sakatlıktan da! 3765
  • و انکه لنگ و لوک آن سو می‏جهی ** از همه لنگی و لوکی می‏رهی‏
  • Tavuktan çıkan kaz palazları
  • قصه‏ی بط بچگان که مرغ خانگی پروردشان‏
  • Seni tavuk yetiştirdi, kanadının altında büyüttü. Sana dadılık etti ama sen yine kaz palazısın.
  • تخم بطی گر چه مرغ خانه‏ات ** کرد زیر پر چو دایه تربیت‏
  • Anan o denizin kazıdır. Ancak dadın toprağa mensuptu, dadın bu kuruluğa tapardı.
  • مادر تو بط آن دریا بده‏ست ** دایه‏ات خاکی بد و خشکی پرست‏
  • Gönlündeki denize olan meyil yok mu... O tabiat, sana anandan mirastır.
  • میل دریا که دل تو اندر است ** آن طبیعت جانت را از مادر است‏
  • Fakat kuruluğa olan meylin de dadından geçme. Bırak dadıyı, onun reyi kötü, isabetsiz!
  • میل خشکی مر ترا زین دایه است ** دایه را بگذار کاو بد رایه است‏
  • Dadıyı karada bırak, yürü, kazlar gibi mana denizine koş, dal denize! 3770
  • دایه را بگذار در خشک و بران ** اندر آن در بحر معنی چون بطان‏
  • Anan seni sudan korkutursa sakın sen korkma, hemen denize koş!
  • گر ترا مادر بترساند ز آب ** تو مترس و سوی دریا ران شتاب‏
  • Sen kazsın, karada da yaşarsın, denizde de. Kümes hayvanları gibi kokuşuk kümesli bir hayvan değilsin ya.
  • تو بطی بر خشک و بر تر زنده‏ای ** نی چو مرغ خانه خانه کنده‏ای‏
  • Sen “Kerremnâ” hükmünce bir padişahsın ki hem karaya ayak atabilirsin, hem denize!
  • تو ز کرمنا بنی آدم شهی ** هم به خشکی هم به دریا پا نهی‏
  • “Ve hamelnâhüm fil berri vel bahri” hükmüne mazharsın. Canını karadan kurtar, denize yürüt!
  • که حملناهم علی البحری به جان ** از حملناهم علی البر پیش ران‏
  • Melekler için karaya yol yoktur. Hayvanların da denizden haberleri yok. 3775
  • مر ملایک را سوی بر راه نیست ** جنس حیوان هم ز بحر آگاه نیست‏
  • Sen, ten itibarıyla hayvansın, can bakımından melek. Bu suretle hem yerde yürürsün, hem gökte.
  • تو به تن حیوان به جانی از ملک ** تا روی هم بر زمین هم بر فلک‏
  • Bu suretle, ben de zahiren sizin gibi insanım ama hakikatte gönlüm, vahye kabiliyetli.
  • تا به ظاهر مثلکم باشد بشر ** با دل یوحی إلیه دیده‏ور
  • Bu toprağa mensup kalıp, yer üstüne düşmüş ama bu çeşit adamın ruhu, o güzelim gökte çark urup durmakta.
  • قالب خاکی فتاده بر زمین ** روح آن گردان بر این چرخ برین‏
  • Yavrum, biz umumiyetle su kuşlarıyız, dilimizden de ancak deniz anlar.
  • ما همه مرغابیانیم ای غلام ** بحر می‏داند زبان ما تمام‏
  • Hulasâ Süleyman denizdir, biz kuşlara benzeriz. Ebede kadar Süleyman’da seyredip duruyoruz. 3780
  • پس سلیمان بحر آمد ما چو طیر ** در سلیمان تا ابد داریم سیر
  • Süleyman’la gel, ayağını denize bas ki su, Davud’a olduğu gibi sana da yüzlerce zırh yapsın.
  • با سلیمان پای در دریا بنه ** تا چو داود آب سازد صد زره‏
  • O Süleyman, meydanda, herkesin gözü önünde. Fakat haset kıskançlık göz bağıcı ve büyücü.
  • آن سلیمان پیش جمله حاضر است ** لیک غیرت چشم بند و ساحر است‏
  • O bizim önümüzde... Bizse cahillikten, uykudan, herzevekillikten onu görmemekte, ondan meyus olmaktayız.
  • تا ز جهل و خوابناکی و فضول ** او به پیش ما و ما از وی ملول‏
  • Gök gürlemesi, susuzun başını ağrıtır. Bilmez ki kutlu bulutlardan rahmet yağdıracak!
  • تشنه را درد سر آرد بانگ رعد ** چون نداند کاو کشاند ابر سعد
  • Onun gözü akarsuda… Gökten yağan rahmet suyunun zevkinden haberi bile yok! 3785
  • چشم او مانده است در جوی روان ** بی‏خبر از ذوق آب آسمان‏
  • Himmet atını sebebe doğru sürdü de bu yüzden müsebbipten mahrum kaldı.
  • مرکب همت سوی اسباب راند ** از مسبب لاجرم محجوب ماند
  • Fakat müsebbibi apaçık gören cihan sebeplerine gönül kor mu?
  • آن که بیند او مسبب را عیان ** کی نهد دل بر سببهای جهان‏
  • Hacıların, çölde tek ve tenha ibadet eden bir zahidin kerametine hayran olmaları
  • حیران شدن حاجیان در کرامات آن زاهد که در بادیه تنهاش یافتند
  • Çöl ortasın da bir zahit vardı. Abbadiye kabilelerine mensup olanlar gibi ibadete de dalmış, kendisinden geçmişti.
  • زاهدی بد در میان بادیه ** در عبادت غرق چون عبادیه‏
  • Hacılar civar şehirlerden gelip oraya ulaştılar, o kupkuru yerde bir zâhit gördüler.
  • حاجیان آن جا رسیدند از بلاد ** دیده‏شان بر زاهد خشک اوفتاد
  • Zahidin yeri kaskatıydı. Fakat kendisinin mizacı yumuşak. Çölün samyeli, âdeta ona ilâç kesilmişti. 3790
  • جای زاهد خشک بود او تر مزاج ** از سموم بادیه بودش علاج‏
  • Hacılar, onun yalnızlığına, o afetler içinde selâmette oluşuna şaştılar.
  • حاجیان حیران شدند از وحدتش ** و آن سلامت در میان آفتش‏
  • Kum üstünde namaza durmuştu. Kum, öyle bir kumdu ki hararetinden tenceredeki su bile kaynar, coşardı.
  • در نماز استاده بد بر روی ریگ ** ریگ کز تفش بجوشد آب دیگ‏
  • Hâlbuki dersin ki o, sanki bir yeşillikte bir gülistanda yahut Burak’a, Düldüle binmiş!
  • گفتیی سر مست در سبزه و گل است ** یا سواره بر براق و دلدل است‏
  • Yahut da ayağının altında ipekli örtüler, kumaşlar var samyeli ona sabah rüzgârından daha hoş!
  • یا که پایش بر حریر و حله‏هاست ** یا سموم او را به از باد صباست‏
  • O namaz kılarken hacılar beklediler. Zahit, uzun bir fikre dalmış, kendisinden geçmişti. 3795
  • پس بماندند آن جماعت با نیاز ** تا شود درویش فارغ از نماز
  • Neden sonra istiğraktan ayıldı, kendisine geldi. Hacıların içinde gönül gözü açık birisi,
  • چون ز استغراق باز آمد فقیر ** ز آن جماعت زنده‏ای روشن ضمیر
  • Gördü ki, zahidin elinden, yüzünden sular damlamakta, elbisesi aptes suyundan ıslak.
  • دید کابش می‏چکید از دست و رو ** جامه‏اش تر بود از آثار وضو
  • “Bu su nereden?” diye sordu. Zahit, elini kaldırıp “Gökten” diye cevap verdi.
  • پس بپرسیدش که آبت از کجاست ** دست را برداشت کز سوی شماست‏
  • Adam, “ Kuyu” ip yokken ne vakit istesen su bulabilir misin? Hemen yağmur yağar mı?
  • گفت هر گاهی که خواهی می‏رسد ** بی‏ز جاه و بی‏ز حبل من مسد
  • Ey din sultanı, müşkülümüzü halleder hallet de yakına erelim. 3800
  • مشکل ما حل کن ای سلطان دین ** تا ببخشد حال تو ما را یقین‏
  • Sırlarından bir sırrı bize de göster de bellerimizden zünnarları kesip atalım” dedi.
  • وانما سری ز اسرارت به ما ** تا ببریم از میان زنارها
  • Zahit, gözlerini göğe kaldırarak dedi ki: “Yarabbi, hacıların duasına icabet et.
  • چشم را بگشود سوی آسمان ** که اجابت کن دعای حاجیان‏
  • Ben gökten rızık aramaya alışmışım, sen bana gökten kapı açtın.
  • رزق جویی را ز بالا خو گرم ** تو ز بالا بر گشودستی درم‏
  • Ey Lâmekân âleminden mekân izhar eden, ey “Rızkınız göktedir” sırrını ayan eyleyen!”
  • ای نموده تو مکان از لامکان ** فی السماء رزقکم کرده عیان‏
  • Zahit, bu münacattayken hemen su sömüren fil gibi bir latif bulut peyda oldu. 3805
  • در میان این مناجات ابر خوش ** زود پیدا شد چو پیل آب کش‏
  • Bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı, derelerde, mağaralarda gölcükler meydana geldi.
  • همچو آب از مشک باریدن گرفت ** در گو و در غارها مسکن گرفت‏
  • Bulut, tulumlar gibi gözyaşı döküyordu. Hacıların hepsi mataralarını açtı.
  • ابر می‏بارید چون مشک اشکها ** حاجیان جمله گشاده مشکها
  • İçlerinden bir bölük halk o şaşılacak şeyler yüzünden bellerindeki zünnarları kestiler.
  • یک جماعت ز آن عجایب کارها ** می‏بریدند از میان زنارها
  • Bir bölüğünün de bu hayret edilecek şey yüzünden yakini arttı. Allah, doğru yolu daha iyi bilir.
  • قوم دیگر را یقین در ازدیاد ** زین عجب و الله أعلم بالرشاد
  • Bir bölüğüyse bu kerameti kabul etmeyip hamhalat bir halde ebedî nâkıs olarak kaldı, söz de burada bitti. 3810
  • قوم دیگر ناپذیرا ترش و خام ** ناقصان سرمدی تم الکلام‏