-
در زمین و آسمان و عرش نیز ** من نگنجم این یقین دان ای عزیز
- Yere, göğe, hatta arşa sığmam' buyurdu." Bunu, ey aziz, yakînen bil.
-
در دل مومن بگنجم ای عجب ** گر مرا جویی در آن دلها طلب 2655
- Fakat şaşılacak şeydir ki inanan kişinin kalbine sığarım. Beni ararsan inanan gönüllerde ara buyurdu” dedi.
-
گفت ادخل فی عبادی تلتقی ** جنة من رؤیتی یا متقی
- Tanrı dedi ki: “Ey haramdan, şüpheli şeylerden sakınan! Kullarımın arasına gir ki bu suretle beni görme cennetine erişesin.”
-
عرش با آن نور با پهنای خویش ** چون بدید آن را برفت از جای خویش
- Arş, bile o nuriyle, o genişliğiyle beraber Âdem’ görünce yerinden kalktı.
-
خود بزرگی عرش باشد بس مدید ** لیک صورت کیست چون معنی رسید
- Arşın sonsuz bir büyüklüğü var, fakat mânaya karşı suret nedir ki?
-
هر ملک میگفت ما را پیش از این ** الفتی میبود بر گرد زمین
- Her melek diyordu ki: Bizim bundan önce yeryüzüyle üfletimiz vardı.
-
تخم خدمت بر زمین میکاشتیم ** ز آن تعلق ما عجب میداشتیم 2660
- Hizmet ve ibadet tohumunu yere ekiyorduk. Yere olan bu meylimize, bu alâkamıza da şaşmaktaydık.
-
کاین تعلق چیست با این خاکمان ** چون سرشت ما بده ست از آسمان
- Gökten yaratıldığımız halde yeryüzüne bu alâkamız nedir?
-
الف ما انوار با ظلمات چیست ** چون تواند نور با ظلمات زیست
- Biz nurlarız, karanlıklarla ülfetimiz neden? Nur zulmetlerle yaşayabilir mi?
-
آدما آن الف از بوی تو بود ** ز آن که جسمت را زمین بد تار و پود
- Ey Âdem! O ülfet, senin kokundanmış. Çünkü cisminin nesci yeryüzü.
-
جسم خاکت را از اینجا بافتند ** نور پاکت را در اینجا یافتند
- Topraktan olan cismini yeryüzünde dokudular; pak nurunu burada buldular.
-
این که جان ما ز روحت یافته ست ** پیش پیش از خاک آن میتافته ست 2665
- Şimdi canımızın ruhundan bulduğu ülfet, bundan önce cisminin yoğrulduğu topraktan parlıyordu.
-
در زمین بودیم و غافل از زمین ** غافل از گنجی که در وی بد دفین
- Yeryüzündeydik ama yerden gafildik, orada gömülü olan defineden haberimiz yoktu.
-
چون سفر فرمود ما را ز آن مقام ** تلخ شد ما را از آن تحویل کام
- Tanrı da bize oradan göklere sefer etmeyi emredince, bu yurt değiştirme, acı geldi.
-
تا که حجتها همیگفتیم ما ** که بجای ما کی آید ای خدا
- O yüzden Tanrı’ya deliller getirerek “Ey Tanrı! Bizim yerimize kim gelecek?
-
نور این تسبیح و این تهلیل را ** میفروشی بهر قال و قیل را
- Bu tesbih ve tehlinin nurunu, dedikoduya satıyorsun” dedik.
-
حکم حق گسترد بهر ما بساط ** که بگویید از طریق انبساط 2670
- Tanrı hükmü, bize rahmet yaygısını döşedi:”Açıkça istediğinizi söyleyin.
-
هر چه آید بر زبانتان بیحذر ** همچو طفلان یگانه با پدر
- Tek evlâtların babalarına söyledikleri gibi ağzınıza ne gelirse çekinmeden deyin.
-
ز آن که این دمها چه گر نالایق است ** رحمت من بر غضب هم سابق است
- Çünkü bu sözler, yaraşmasa bile rahmetim, gazabımdan artıktır.
-
از پی اظهار این سبق ای ملک ** در تو بنهم داعیهی اشکال و شک
- Ey melek! Bunu meydana çıkarmak için gönlünüze şüpheler salmaktayım;
-
تا بگویی و نگیرم بر تو من ** منکر حلمم نیارد دم زدن
- Sen söyleyesin; ben darılmayayım, gazaplanmayayım. Bu suretle de benim hilmimi inkâr eden ağız açamasın.
-
صد پدر صد مادر اندر حلم ما ** هر نفس زاید در افتد در فنا 2675
- Her nefeste bizim hilmimizden yüzlerce baba yüzlerce ana doğar, yokluğa dalıp mahvolur.
-
حلم ایشان کف بحر حلم ماست ** کف رود آید ولی دریا به جاست
- O babaların, o anaların hilmi, şefkati, bizim hilim ve şefkat denizimizin köpüğüdür. Köpük gider gelir ama deniz bâkidir dedi.”
-
خود چه گویم پیش آن در این صدف ** نیست الا کف کف کف کف
- Hayır, ne dedim? O inciye karşı bu sedef, köpük değil, köpüğünün köpüğüdür.
-
حق آن کف حق آن دریای صاف ** که امتحانی نیست این گفت و نه لاف
- İşte o köpük hakkı için, o sâf deniz hakkı için bu söz bir sınama, bir lâf değil.