-
من چو هاروت و چو ماروت از حزن ** آه میکردم که ای خلاق من
- Elemden Harut’la Marut gibi ah ederek dedim ki: Ey yaratan Tanrı’m.
-
از خطر هاروت و ماروت آشکار ** چاه بابل را بکردند اختیار
- Harut’la Marut tehlikeden kurtulmak için Bâbil Kuyusunu dilediler.
-
تا عذاب آخرت اینجا کشند ** گربزند و عاقل و ساحروشاند 2470
- Gürbüz, akıllı, hatta sihirbaza benzer, her şeye muktedir oldukları halde onlar bile ahret azabını o kuyuda çekmek istediler.
-
نیک کردند و بجای خویش بود ** سهلتر باشد ز آتش رنج دود
- İyi de ettiler, tam yerinde bir işti. Dumandan çekilen zahmet ateşe nispetle elbette kolaydır, ehemmiyetsizdir.
-
حد ندارد وصف رنج آن جهان ** سهل باشد رنج دنیا پیش آن
- Ahiret azabını tavsife imkân yoktur. Onun yanın da dünya azabının ehemmiyeti olamaz.
-
ای خنک آن کاو جهادی میکند ** بر بدن زجری و دادی میکند
- Ne mutlu o kişiye ki savaşır, çabalar, bedenine azap eder.
-
تا ز رنج آن جهانی وارهد ** بر خود این رنج عبادت مینهد
- O cihanın azabından kurtulsun diye bu azap çekme ibadetine katlanır.
-
من همیگفتم که یا رب آن عذاب ** هم در این عالم بران بر من شتاب 2475
- Ben de, Yarabbi, bana o azabı hemencecik burada çektir de,
-
تا در آن عالم فراغت باشدم ** در چنین درخواست حلقه میزدم
- O âlemde rahat edeyim diye dua edip durmaktaydım. İstek kapısının halkasını bu suretle çalışıyordum.
-
این چنین رنجوریی پیدام شد ** جان من از رنج بیآرام شد
- Derken bu hastalığa tutuldum. Canım zahmetten âramsız bir hale düştü.
-
ماندهام از ذکر و از اوراد خود ** بیخبر گشتم ز خویش و نیک و بد
- Zikrinden, evradımdan kaldım. Kendimden de haberim yoktu, iyiden, kötüden de.
-
گر نمیدیدم کنون من روی تو ** ای خجسته وی مبارک بوی تو
- Yüzünü görmeseydim; ey kutlu, ey kokusu güzel ve mübarek Peygamber;
-
میشدم از دست من یک بارگی ** کردیم شاهانه این غم خوارگی 2480
- Hayat kaydından tamamıyla sıyrılacaktım. Bana padişaha lütfedip derttaş oldun da bu gamdan kurtardın”
-
گفت هیهی این دعا دیگر مکن ** بر مکن تو خویش را از بیخ و بن
- Peygamber, “Ne yaptın? Sakın bir daha bu duada bulunma. Kendi kökünü kendin kazıp sökme.
-
تو چه طاقت داری ای مور نژند ** که نهد بر تو چنان کوه بلند
- Ey zayıf karınca, senin ne takatin var ki böyle bir yüce dağı yüklenmeye kalkışıyorsun!” dedi.
-
گفت توبه کردم ای سلطان که من ** از سر جلدی نه لافم هیچ فن
- Adam dedi ki: “Sultanım, tövbe ettim. Bir daha böyle bir cürette bulunmam, böyle bir lâf etmem.”
-
این جهان تیه است و تو موسی و ما ** از گنه در تیه مانده مبتلا
- Bu cihan bir çöldür, sen Musa’sın. Biz de günahımız yüzünden çölde iptilâlara uğramış kişileriz.
-
سالها ره میرویم و در اخیر ** همچنان در منزل اول اسیر 2485
- Yıllarcadır yol görüyoruz, fakat sonunda yine ilk konakta esiriz.
-
گر دل موسی ز ما راضی بدی ** تیه را راه و کران پیدا شدی
- Musa’nın gönlü bizden razı olsaydı, bu çöle bir yol, bir uç bulunurdu.
-
ور به کل بیزار بودی او ز ما ** کی رسیدی خوانمان هیچ از سما
- Fakat bizden tamamıyla usanmış olsaydı hiç yemeğimiz gökten gelir miydi?
-
کی ز سنگی چشمهها جوشان شدی ** در بیابانمان امان جان شدی
- Bir taş parçasından kaynaklar coşar mıydı, çölde canımızı kurtarabilir miydik?
-
بل به جای خوان خود آتش آمدی ** اندر این منزل لهب بر ما زدی
- Hattâ bundan vazgeçtik, yemek yerine üstümüze ateş yağar, konduğumuz bu konakta alevlenir, yanardık.
-
چون دو دل شد موسی اندر کار ما ** گاه خصم ماست گاهی یار ما 2490
- Musa, bizden hem hoşnut, hem değil, gâh dostumuz, gâh düşmanımız.
-
خشمش آتش میزند در رخت ما ** حلم او رد میکند تیر بلا
- Hışımı; pılımızı, pırtımızı ateşlemekte, hilmi belâya siper olmakta.
-
کی بود که حلم گردد خشم نیز ** نیست این نادر ز لطفت ای عزیز
- Nasıl olur da hem hilimle muamele eder, hem hışımla? Fakat ey aziz Tanrı, bu senin lütfundan, bu lütuf, az görülmüş, bir şey değil ki.