-
طبلهها بشکست و جانها ریختند ** نیک و بد در همدگر آمیختند
- Tablalar kırıldı, canlar döküldü de iyiyi, kötüyü birbirine karıştırdılar.
-
حق فرستاد انبیا را با ورق ** تا گزید این دانهها را بر طبق
- Allah, bu taneleri ayırıp tabağa koysunlar diye kitaplar verdi, peygamberler gönderdi.
-
پیش از ایشان ما همه یکسان بدیم ** کس ندانستی که ما نیک و بدیم 285
- Peygamberler, gelmeden önce hepsi bir görünmekteydi. Mümin, kâfir, Müslüman, çıfıt… Zahiren hepsi birdi.
-
قلب و نیکو در جهان بودی روان ** چون همه شب بود و ما چون شب روان
- Âlemde kalp akçayla sağlam akça bir yürümekteydi. Çünkü ortalık tamamıyla geceydi, biz de gece yolcularına benziyorduk.
-
تا بر آمد آفتاب انبیا ** گفت ای غش دور شو صافی بیا
- Peygamberlerin güneşi doğunca “Ey karışık, uzaklaş! Ey saf, beri gel” dedi.
-
چشم داند فرق کردن رنگ را ** چشم داند لعل را و سنگ را
- Rengi göz ayırt edebilir; lâl’i, taşı göz bilebilir.
-
چشم داند گوهر و خاشاک را ** چشم را ز آن میخلد خاشاکها
- İnciyi, süprüntüyü göz anlar. Onun için çerçöp göze batar.
-
دشمن روزند این قلابکان ** عاشق روزند آن زرهای کان 290
- Bu kalpazanlar, gündüze düşmandır. Fakat madendeki altınlar gündüze âşıktır.
-
ز آن که روز است آینهی تعریف او ** تا ببیند اشرفی تشریف او
- Çünkü gündüz, kuyumcu ve sarraf, altını fark etsin diye altına aynadır.
-
حق قیامت را لقب ز آن روز کرد ** روز بنماید جمال سرخ و زرد
- Kırmızı yüzle sarı yüzü gündüz gösterdiğinden Allah, kıyamete Gün lâkabını taktı.
-
پس حقیقت روز سر اولیاست ** روز پیش ماهشان چون سایههاست
- Hakikatte gündüz, velilerin sırrıdır. Gündüz, onların aylarına nispetle gölgelere benzer.
-
عکس راز مرد حق دانید روز ** عکس ستاریش شام چشم دوز
- Gündüzü, Allah erinin sırrının aksi bilin; gözü örten akşamı da onun ayıp örtücülüğünün aksi.
-
ز آن سبب فرمود یزدان و الضحی ** و الضحی نور ضمیر مصطفی 295
- Allah onun için “Vedduha” buyurdu. “Vedduha”, Mustafa’nın gönlünün nurudur.
-
قول دیگر کین ضحی را خواست دوست ** هم برای آنکه این هم عکس اوست
- Allah, kuşluk zamanını sevdi derler ya. Bu söz de, kuşluk çağı, onun aksi olduğundandır.
-
ور نه بر فانی قسم گفتن خطاست ** خود فنا چه لایق گفت خداست
- Yoksa fâni olan şeye yemin etmek hatadır. Böyle olduğu halde fâni şeyin Allah’ın sözüne girmesi lâyık olur mu?
-
لا أحب الآفلین گفت آن خلیل ** کی فنا خواهد از این رب جلیل
- Halil “ Ben fâni olanları sevmem” dedi Halil böyle derse Ulu Allah nasıl olur da fâni şeyi diler, sever?
-
باز و اللیل است ستاری او ** و آن تن خاکی زنگاری او
- “Velleyl” den maksat yine Mustafa’nın ayıp örtücülüğü, toprağa mensup olan cismidir.
-
آفتابش چون بر آمد ز آن فلک ** با شب تن گفت هین ما ودعک 300
- Bu kuşluk çağının güneşi o, gökten doğdu da gece gibi olan tene “Seni Rabb’in terk etmedi” dedi.
-
وصل پیدا گشت از عین بلا ** ز آن حلاوت شد عبارت ما قلی
- Belanın ta kendisinden vuslat meydana geldi; “ Sana darılmadı da” sözü de o tatlılıktan zuhur etti.
-
هر عبارت خود نشان حالتی است ** حال چون دست و عبارت آلتی است
- Esasen her söz bir halete alâmettir. Hâl ele benzer, söz de alete.
-
آلت زرگر به دست کفشگر ** همچو دانهی کشت کرده ریگ در
- Kuyumcunun aleti, kunduracının elinde kuma ekilmiş tohuma döner.
-
و آلت اسکاف پیش برزگر ** پیش سگ کاه استخوان در پیش خر
- Çiftçinin yanında kunduracının aleti, köpeğin, önünde saman, eşeğin önünde kemik gibidir.
-
بود انا الحق در لب منصور نور ** بود انا الله در لب فرعون زور 305
- “Enel Hakk” sözü, Mansur’un ağzında nurdu. “Enallah” sözü, Firavunun ağzında yalan!
-
شد عصا اندر کف موسی گوا ** شد عصا اندر کف ساحر هبا
- Sopa, Musa’nın elinde doğruluğuna şahit oldu, sihirbazın elindeyse bir şeye yaramadı.
-
زین سبب عیسی بدان همراه خود ** در نیاموزید آن اسم صمد
- İsa, bu yüzden yoldaşına Tek Allah’ın o yüce adını belletmedi.