-
چون مقرر شد بزرگی رسول ** پس حسد ناید کسی را از قبول
- Fakat peygamberin büyüklüğü tahakkuk etti mi, artık ona kimse haset edemez, ona herkes uyar.
-
پس به هر دوری ولیی قایم است ** تا قیامت آزمایش دایم است 815
- Şu halde her devirde peygamber yerine bir veli vardır, bu sınama kıyamete kadar daimidir.
-
هر که را خوی نکو باشد برست ** هر کسی کاو شیشه دل باشد شکست
- Kimde iyi huy varsa kurtulmuştur; kimin kalbi sırçadansa sınmıştır.
-
پس امام حی قایم آن ولی است ** خواه از نسل عمر خواه از علی است
- İşte diri ve faal imam, o velidir; ister Ömer soyundan olsun, ister Ali soyundan!
-
مهدی و هادی وی است ای راه جو ** هم نهان و هم نشسته پیش رو
- Ey yol arayan, Mehdi de O’dur, Hadi de O. Hem gizlidir, hem senin karşında oturmakta.
-
او چو نور است و خرد جبریل اوست ** و آن ولی کم از او قندیل اوست
- O, nura benzer; akıl onun Cebrail’idir. Ondan aşağı olan veli de onun kandilidir.
-
و انکه زین قندیل کم مشکات ماست ** نور را در مرتبه ترتیبهاست 820
- Bu kandilden daha aşağı derece de olan veli de kandil konan yerimizdir. Nura mertebe bakımından dereceler vardır.
-
ز انکه هفصد پرده دارد نور حق ** پردههای نور دان چندین طبق
- Çünkü Allah nurunun yedi yüz perdesi vardır. Nur perdelerini bu kadar kat bil!
-
از پس هر پرده قومی را مقام ** صف صفاند این پردههاشان تا امام
- Her perdenin ardında bir kavmin durağı var. İmam’a kadar bu perdeler saf saftır.
-
اهل صف آخرین از ضعف خویش ** چشمشان طاقت ندارد نور بیش
- Son saftakilerin gözleri, zayıflıktan ön saftakilerin nuruna tahammül edemez.
-
و آن صف پیش از ضعیفی بصر ** تاب نارد روشنایی بیشتر
- Ön saftakilerin gözleri de görüş zayıflığı yüzünden daha ön saftakilerin nuruna takat getirmez.
-
روشنیی کاو حیات اول است ** رنج جان و فتنهی این احول است 825
- İlk saftakilerin hayatı olan aydınlık, bu şaşının ruhuna azap ve afettir.
-
احولیها اندک اندک کم شود ** چون ز هفصد بگذرد او یم شود
- Şaşılıklar yavaş, yavaş azalır; adam yedi yüz dereceyi geçti mi deniz kesilir.
-
آتشی کاصلاح آهن یا زر است ** کی صلاح آبی و سیب تر است
- Demiri yahut altını sâf bir hale getiren ateş, terü taze ayva ve elmaya yarar mı?
-
سیب و آبی خامیی دارد خفیف ** نه چو آهن تابشی خواهد لطیف
- Ayva ve elmanın da az bir hamlığı olabilir, fakat demire benzemezler, hafif bir hararet isterler.
-
لیک آهن را لطیف آن شعلههاست ** کاو جذوب تابش آن اژدهاست
- Hâlbuki o hararet, o şuleler, demir için kâfi değildir. Çünkü demir, ejderha gibi olan ateşin yalımını ister.
-
هست آن آهن فقیر سخت کش ** زیر پتک و آتش است او سرخ و خوش 830
- O demir, meşakkatlere tahammül eden fakirdir. Çekicin altında, ateşin içinde kıpkırmızı bir hale gelir; ondan hoşlanır.
-
حاجب آتش بود بیواسطه ** در دل آتش رود بیرابطه
- Bu çeşit fakir, ateşin vasıtasız perdecisidir, vasıta ve vesile olmaksızın ateşin ta ortasına kadar girer.
-
بیحجاب آب و فرزندان آب ** پختگی ز آتش نیابند و خطاب
- Fakat su ve su oğulları; hicap olmaksızın, bir vasıta bulunmaksızın ne ateşten olgun bir hale gelirler, ne ateşin hitabına mazhar olurlar.
-
واسطه دیگی بود یا تابهای ** همچو پا را در روش پا تابهای
- Ayağa, yürümek için nasıl ayakkabı lâzımsa bunlara da ateşten feyz almak için bir tencere yahut tava lâzımdır.
-
یا مکانی در میان تا آن هوا ** میشود سوزان و میآرد بما
- Yahut da ortada bir yer gerektir ki hava ısınsın, kızsın da harareti suya müessir olsun.
-
پس فقیر آن است کاو بیواسطه ست ** شعلهها را با وجودش رابطه ست 835
- Fakir ona derler ki şûlelerle vasıtasız rabıtası vardır.
-
پس دل عالم وی است ایرا که تن ** میرسد از واسطهی این دل به فن
- Hakikatte âlemin gönlü odur. Çünkü ten (gibi olan âleme) bu gönül vasıtasıyla feyz gelir, ten (gibi olan cihan), bu gönül yüzünden işe yarar.
-
دل نباشد، تن چه داند گفتوگو ** دل نجوید، تن چه داند جستجو
- Gönül olmasa ten, konuşmayı ne bilir? Gönül aramasa ten, araştırmadan ne anlar?
-
پس نظرگاه شعاع آن آهن است ** پس نظرگاه خدا دل نی تن است
- Demek ki şûlelerin nazargâhı o demirdir. Şu halde Allah’ın nazargâhı da gönüldür, ten değil!