-
لیک از تاثیر آن پشتش دوتو ** گشته و نالان شده او پیش تو
- Tevil ederler ama hakikatte onun sırtı, o odun yükünün altında iki büklüm olmuştur, gözünün önünde feryat edip durmakta.
-
که دعایی همتی تا وا رهم ** تا ازین بند نهان بیرون جهم
- Bana bir dua edin, bir himmet edin de kurtulayım, şu gizli bağdan sıyrılayım demektedir.
-
آنک بیند این علامتها پدید ** چون نداند او شقی را از سعید
- Bu nişaneleri apaçık gören, nasıl olur da şakiyi saitten ayırt edemez.
-
داند و پوشد بامر ذوالجلال ** که نباشد کشف راز حق حلال 1670
- Bilir, tanır ama Allah sırrını açmak helâl olmadığından ululuk sahibi Allah’ın emriyle örter, gizler.
-
این سخن پایان ندارد آن فقیر ** از مجاعت شد زبون و تن اسیر
- Bu sözün sonu yoktur, gelelim hikâyeye: O yoksul, açlıktan zayıf, perişan bir hale geldi, harekete bile mecali kalmadı.
-
مضطرب شدن فقیر نذر کرده بکندن امرود از درخت و گوشمال حق رسیدن بی مهلت
- Ağaçtan armut koparmamayı nezreden yoksulun âciz kalıp koparması ve derhal Allah azabının gelip çatması
-
پنج روز آن باد امرودی نریخت ** ز آتش جوعش صبوری میگریخت
- Derviş tam beş gün armut ağacını silkmedi, fakat açlık ateşi de sabrını tüketmekteydi.
-
بر سر شاخی مرودی چند دید ** باز صبری کرد و خود را وا کشید
- Bir dalda birkaç armut gördü, fakat yine sabredip kendisini çekti.
-
باد آمد شاخ را سر زیر کرد ** طبع را بر خوردن آن چیر کرد
- Bu sırada bir rüzgâr geldi, dalı eğdi. Dervişin nefsi, onları yemeye yeltendi, galebe de etti.
-
جوع و ضعف و قوت جذب و قضا ** کرد زاهد را ز نذرش بیوفا 1675
- Açlık, zayıflık, bir yandan da takdir, zahidi nezrine vefadan alıkoydu.
-
چونک از امرودبن میوه سکست ** گشت اندر نذر وعهد خویش سست
- Ahdini bir yana bıraktı, daldaki armudu kopardı, yedi.
-
هم درآن دم گوشمال حق رسید ** چشم او بگشاد و گوش او کشید
- Fakat hemencecik Allah azabı erişti, gözünü açtı, kulağını çekti.
-
متهم کردن آن شیخ را با دزدان وبریدن دستش را
- Şeyhi de hırsızlarla beraber görerek hırsız sanıp elini kesmeleri
-
بیست از دزدان بدند آنجا و بیش ** بخش میکردند مسروقات خویش
- Yirmi tane yahut daha fazla hırsız, oraya gelip konmuştu. Çaldıkları şeyleri aralarında pay ediyorlardı.
-
شحنه را غماز آگه کرده بود ** مردم شحنه بر افتادند زود
- Birisi şahneye haber vermişti. Derhal şahnenin adamları oraya gelip hepsini yakaladılar.
-
هم بدانجا پای چپ و دست راست ** جمله را ببرید و غوغایی بخاست 1680
- Cellât, oracıkta hepsinin sol ayaklarıyla sağ ellerini kesmeye başladı. Bir gürültüdür koptu.
-
دست زاهد هم بریده شد غلط ** پاش را میخواست هم کردن سقط
- O arada zahidin eli de yanlışlıkla kesildi. Cellât, ayağını kesmek üzereyken,
-
در زمان آمد سواری بس گزین ** بانگ بر زد بر عوان کای سگ ببین
- Rütbesi pek büyük bir atlı gelip yetişti, cellâda “Behey köpek kendine gel.
-
این فلان شیخست از ابدال خدا ** دست او را تو چرا کردی جدا
- Bu, filan Şeyhtir, Allah abdalıdır. Neden onun elini kestin?” diye bağırdı.
-
آن عوان بدرید جامه تیز رفت ** پیش شحنه داد آگاهیش تفت
- Cellât, elbisesini yırtıp giderek yana yakıla şahneye hali anlattı.
-
شحنه آمد پا برهنه عذرخواه ** که ندانستم خدا بر من گواه 1685
- Şahneye yalınayak geldi, Allah şahit ki bilmedim diye özürler dilemeğe,
-
هین بحل کن مر مرا زین کار زشت ** ای کریم و سرور اهل بهشت
- Ey kerem sahibi, ey cennetliklerin ulusu, bu kötü işi affet, hakkını helâl eyle. Beni bağışla demeye başladı.
-
گفت میدانم سبب این نیش را ** میشناسم من گناه خویش را
- Şeyh dedi ki: “Ben, bunun sebebini biliyor, suçumu anlıyorum.
-
من شکستم حرمت ایمان او ** پس یمینم برد دادستان او
- Ben onun yemininin hürmetini terk ettim, onun adaleti de benim (yeminimi) sağ elimi kestirdi!
-
من شکستم عهد و دانستم بدست ** تا رسید آن شومی جرات بدست
- Ben kötü olduğunu bildiğim halde ahdimden döndüm. Bunun kötülüğü elime geldi.
-
دست ما و پای ما و مغز و پوست ** باد ای والی فدای حکم دوست 1690
- Ey vali, sevgilinin hükmüne elimiz de feda olsun, ayağımız da, beynimiz de, derimiz de!
-
قسم من بود این ترا کردم حلال ** تو ندانستی ترا نبود وبال
- Bu, bana kısmetmiş! Sana helâl ettim. Sen bilmeyerek yaptın, bir suçun yok ki.