-
هین عزیرا در نگر اندر خرت ** که بپوسیدست و ریزیده برت
- Allah dedi ki. “Uzeyr, eşeğine bir iyice bak. Çürümüş etleri dökülmüş…
-
پیش تو گرد آوریم اجزاش را ** آن سر و دم و دو گوش و پاش را
- Onun cüz’ülerini gözünün önünde bir araya getirecek, başını, kuyruğunu, kulaklarını, ayaklarını düzüp koşacağım.
-
دست نه و جزو برهم مینهد ** پارهها را اجتماعی میدهد 1765
- Görünürde bir el olmadığı halde bütün cüz’üleri bir araya getiren, cesedin parçalarını bir yere toplayan benim.
-
در نگر در صنعت پارهزنی ** کو همیدوزد کهن بی سوزنی
- Şu yama yamama sanatına bak hele. Eski palasları iğnesiz dikip durmada
-
ریسمان و سوزنی نه وقت خرز ** آنچنان دوزد که پیدا نیست درز
- Diktiği sıralarda ne ip var, ne iğne. Fakat öyle bir diker ki ortada terzi bile görünmez.
-
چشم بگشا حشر را پیدا ببین ** تا نماند شبههات در یوم دین
- Gözünü aç da haşri apaşikâr gör… Kıyamette hiçbir şüphen kalmasın.
-
تا ببینی جامعیام را تمام ** تا نلرزی وقت مردن ز اهتمام
- Varlık zerrelerini nasıl tamamıyla topluyorum, gör de ölürken bu hayata sarılıp titreme.
-
همچنانک وقت خفتن آمنی ** از فوات جمله حسهای تنی 1770
- Uyurken bedeninin duygularının mahvolmayacağından eminsin ya.
-
بر حواس خود نلرزی وقت خواب ** گرچه میگردد پریشان و خراب
- Uykun geldi mi duyguların dağılır, harap bir hale gelir ama mahvolacaklar diye korkup titremezsin”
-
جزع ناکردن شیخی بر مرگ فرزندان خود
- Bir şeyhin, oğullarının ölümüne ağlaması
-
بود شیخی رهنمایی پیش ازین ** آسمانی شمع بر روی زمین
- Bundan önce yol gösteren bir şeyh vardı. Yeryüzünde adeta göğe mensup bir çırağdı.
-
چون پیمبر درمیان امتان ** در گشای روضهی دار الجنان
- Ümmetler içinde peygambere benzer, halka cennet bahçelerinin kapılarını açardı.
-
گفت پیغامبر که شیخ رفته پیش ** چون نبی باشد میان قوم خویش
- Peygamber, “İleri giden şeyh, kavminin arasında peygambere benzer” dedi.
-
یک صباحی گفتش اهل بیت او ** سختدل چونی بگو ای نیکخو 1775
- Bir sabah evindekiler ona dediler ki: “A güzel huylu, nasıl da yüreğin katı, neden böylesin sen,
-
ماز مرگ و هجر فرزندان تو ** نوحه میداریم با پشت دوتو
- Biz, senin oğullarının ölümünden iki büklüm oluyor, zarı zarı ağlıyoruz da,
-
تو نمیگریی نمیزاری چرا ** یا که رحمت نیست در دل ای کیا
- Sen hiç ağlamıyor, feryat etmiyorsun bile. Bu neden ki: Yoksa gönlünde merhamet mi yok.
-
چون ترا رحمی نباشد در درون ** پس چه اومیدستمان از تو کنون
- Yüreğinde merhamet yoksa senden ne umabiliriz ki?
-
ما به ا اومید تویم ای پیشوا ** که بسنگذاری تو مارا در فنا
- Ey ulumuz, rehberimiz, kıyamette bizi bırakmaz diyoruz, ümidimiz sende.
-
چون بیارایند روز حشر تخت ** خود شفیع ما توی آن روز سخت 1780
- Mahşer günü tahtı bezedikleri zaman o şiddetli günde bize sen şefaat edersin diyoruz.
-
درچنان روز و شب بیزینهار ** ما به اکرام تویم اومیدوار
- Öyle bir amansız günde senin ihsanına ümit bağlamışız.
-
دست ما و دامن تست آن زمان ** که نماند هیچ مجرم را امان
- Hiçbir mücrime aman verilmeyen o gün el bizim, etek senin!
-
گفت پیغامبر که روز رستخیز ** کی گذارم مجرمان را اشکریز
- Peygamber, “Kıyamet günü suçluları ağlar, inler bir halde nasıl terk ederiz?
-
من شفیع عاصیان باشم بجان ** تا رهانمشان ز اشکنجهی گران
- Ben o gün canla başla onların suçlarını affettirir, onlara şefaat eder, onları ağır işkencelerden kurtarırım.
-
عاصیان واهل کبایر را بجهد ** وا رهانم از عتاب نقض عهد 1785
- Suçluları, büyük günahlarda bulunanları çalışıp çabalar, ne yapıp yapıp Allah azabından halâs ederim.
-
صالحان امتم خود فارغاند ** از شفاعتهای من روز گزند
- Ümmetimin iyileri zaten kurtulurlar, o azap günü benim şefaatime ihtiyaçları olmaz.
-
بلک ایشان را شفاعتها بود ** گفتشان چون حکم نافذ میرود
- Hatta onlar bile suçlulara şefaat ederler, onların bile sözleri geçer, hükümleri yürür.