English    Türkçe    فارسی   

3
805-829

  • یک کمین و امتحان در راه بود ** صرصرش چون کاه که را می‌ربود 805
  • Fakat yolda öyle bir tuzak, öyle bir imtihan vardı ki kasırgası dağları bile saman çöpü gibi kapıp götürebilirdi.
  • امتحان می‌کردشان زیر و زبر ** کی بود سرمست را زینها خبر
  • Bu sınama bunları altüst etmekteydi. Fakat sarhoşun bunlardan ne haberi olabilir ki?
  • خندق و میدان بپیش او یکیست ** چاه و خندق پیش او خوش مسلکیست
  • Sarhoşun önünde hendek de birdir, meydan da. Ona kuyu da doğru yol kesilmiştir, hendek de!
  • آن بز کوهی بر آن کوه بلند ** بر دود از بهر خوردی بی‌گزند
  • Dağ keçisi, yüce dağ başlarında yiyecek arar, hiçbir zarara uğramadan koşar durur!
  • تا علف چیند ببیند ناگهان ** بازیی دیگر ز حکم آسمان
  • Yiyecek bulmak, yayılmak üzereyken ansızın feleğin sınaması gelir çatar.
  • بر کهی دیگر بر اندازد نظر ** ماده بز بیند بر آن کوه دگر 810
  • Öbür dağa bakar, orada bir dişi dağ keçisi görür.
  • چشم او تاریک گردد در زمان ** بر جهد سرمست زین که تا بدان
  • Derhal gözleri kararır. Bu dağdan ta o dağa sıçramak ister.
  • آنچنان نزدیک بنماید ورا ** که دویدن گرد بالوعه‌ی سرا
  • Dişi keçinin bulunduğu dağ, ona o kadar yakın görünür ki oraya sıçramak, ev kapısının etrafında koşup dolanmak kadar kolay gelir.
  • آن هزاران گز دو گز بنمایدش ** تا ز مستی میل جستن آیدش
  • Binlerce arşın yol ona iki arşınlık bir mesafe görünür, o sarhoşlukla sıçramak ister.
  • چونک بجهد در فتد اندر میان ** در میان هر دو کوه بی امان
  • Sıçrayınca da iki amansız dağın arasında ki çukura düşüverir.
  • او ز صیادان به که بگریخته ** خود پناهش خون او را ریخته 815
  • O avcılardan dağa kaçmıştı, kaçıp sığındığı yer, kanını döker.
  • شسته صیادان میان آن دو کوه ** انتظار این قضای با شکوه
  • Avcılarsa o iki dağ arasındaki yarda oturmuş, bu azametli kaza ve kaderin zuhurunu beklemekteler…
  • باشد اغلب صید این بز همچنین ** ورنه چالاکست و چست و خصم‌بین
  • Dağ keçisi, ekseriyetle böyle avlanır. Yoksa bu hayvan, pek yürük, pek çeviktir, düşmanını sezer, anlar.
  • رستم ارچه با سر و سبلت بود ** دام پاگیرش یقین شهوت بود
  • Rüstem’in kellesi, kulağı yerindedir, sakallı, bıyıklı bir adamdır. Ama ayağını tutup onu kafese sokan tuzak, şehvettir.
  • همچو من از مستی شهوت ببر ** مستی شهوت ببین اندر شتر
  • Benim gibi şehvet sarhoşluğundan kesil, bu sarhoşluğu, devede seyret!
  • باز این مستی شهوت در جهان ** پیش مستی ملک دان مستهان 820
  • Sonra da âlemdeki bu şehvet sarhoşluğu, bil ki meleklerin sarhoşluğuna karşı pek hordur, pek bayağıdır.
  • مستی آن مستی این بشکند ** او به شهوت التفاتی کی کند
  • O sarhoşluk, bu sarhoşluğu kırar, mahveder. Melek, nasıl olur da şehvete iltifat eder ki?
  • آب شیرین تا نخوردی آب شور ** خوش بود خوش چون درون دیده نور
  • Tatlı suyu tatmadıkça acı su, insana gözünün nuru gibi hoş gelir.
  • قطره‌ای از باده‌های آسمان ** بر کند جان را ز می وز ساقیان
  • Gökyüzü şaraplarının bir katrası bile insanı şaraptan da vazgeçirir, sâkilerden de!
  • تا چه مستیها بود املاک را ** وز جلالت روحهای پاک را
  • Artık düşün sen, meleklerin ne sarhoşlukları olur, tertemiz ruhlar, ululuktan ne mestîliklere düşer!
  • که به بوی دل در آن می بسته‌اند ** خم باده‌ی این جهان بشکسته‌اند 825
  • Onlar, bu şaraptan bir koku alarak gönüllerini vermişler, bu âlem şarabının küpünü kırmışlardır.
  • جز مگر آنها که نومیدند و دور ** همچو کفاری نهفته در قبور
  • Ancak, ümitsiz ve o âlemden uzak olanlar, kâfirler gibi kabirlerinde gizlenmişler,
  • ناامید از هر دو عالم گشته‌اند ** خارهای بی‌نهایت کشته‌اند
  • İki âlemden de ümitlerini kesmişler, hadde hesaba gelmez dikenler ekmişlerdir!
  • پس ز مستیها بگفتند ای دریغ ** بر زمین باران بدادیمی چو میغ
  • Hârût la Mârût, sarhoşluklarından “Ah ne olurdu, bulut gibi biz de yeryüzüne rahmet yağdırsak,
  • گستریدیمی درین بی‌داد جا ** عدل و انصاف و عبادات و وفا
  • Bu zulüm yurduna adalet, insaf, ibadet ve vefayı yaysaydık” dediler.