English    Türkçe    فارسی   

4
612-636

  • گرچه گردد در قیامت آن فزون ** از خدا اینجا بخواهید آزمون
  • O nur kıyamette çoğalır ama Allah’tan o nuru burada da istemeli!
  • کو ببخشد هم به میغ و هم به ماغ ** نور جان والله اعلم بالبلاغ
  • Çünkü Allah istenen şeye delalet etmeyi daha iyi bilir ama buluta da can nuru bağışlar karanlığa da!
  • بازگردانیدن سلیمان علیه‌السلام رسولان بلقیس را به آن هدیه‌ها کی آورده بودند سوی بلقیس و دعوت کردن بلقیس را به ایمان و ترک آفتاب‌پرستی
  • Süleyman aleyhisselâm’ın Belkis’in elçilerini, getirdikleri hediyelerle beraber Belkis’e göndermesi ve Belkis’i güneşe tapmadan vazgeçip Allah’a inanmaya davet etmesi
  • باز گردید ای رسولان خجل ** زر شما را دل به من آرید دل
  • Süleyman Peygamber, o elçilere dedi ki: “Ey utanan elçiler, geri dönün... Altın sizin olsun; bana gönül getirin, gönül!
  • این زر من بر سر آن زر نهید ** کوری تن فرج استر را دهید 615
  • Benim bu altınlarımı da alın da o altınlara ilave edin... Körlüğünüzü anlayın da o altınları katırın fercine sokun!
  • فرج استر لایق حلقه‌ی زرست ** زر عاشق روی زرد اصفرست
  • Katırın ferci, altın kilit vurulmaya layıktır... Aşığın altınıysa sapsarı yüzüdür!
  • که نظرگاه خداوندست آن ** کز نظرانداز خورشیدست کان
  • O yüz, Allah’ın nazar ettiği yerdir... Hâlbuki altın madenine güneş nazar eder!
  • کو نظرگاه شعاع آفتاب ** کو نظرگاه خداوند لباب
  • Maden güneş ışığının nazargâhıdır; âşığın yüzü hakikatlere sahip olan Allah’ın nazargâhıdır.
  • از گرفت من ز جان اسپر کنید ** گرچه اکنون هم گرفتار منید
  • Şimdi de bana gelip çattınız, benim esirimsiniz ama yine benim sizi yakalamamdan korkun, canınızı siper edin!
  • مرغ فتنه دانه بر بامست او ** پر گشاده بسته‌ی دامست او 620
  • Taneye kapılmış kuş dam üstündedir ama kanadı açık olduğu halde tuzağa tutulmuştur o!
  • چون به دانه داد او دل را به جان ** ناگرفته مر ورا بگرفته دان
  • Mademki gönlünü canla başla taneye verdi... Sen onu tutulmadan tutulmuş bil!
  • آن نظرها که به دانه می‌کند ** آن گره دان کو به پا برمی‌زند
  • Taneye bakıp duruyor ya... Sen o bakışları, ayağına vurulan düğüm say!
  • دانه گوید گر تو می‌دزدی نظر ** من همی دزدم ز تو صبر و مقر
  • Tane, sen şimdi bana hırsızlama bakıyorsun ama hele sabret; asıl ben seni çalıyorum;
  • چون کشیدت آن نظر اندر پیم ** پس بدانی کز تو من غافل نیم
  • O bakış, sonunda seni bana çekince anlarsın ki ben senden gafil değilim der!
  • قصه‌ی عطاری کی سنگ ترازوی او گل سرشوی بود و دزدیدن مشتری گل خوار از آن گل هنگام سنجیدن شکر دزدیده و پنهان
  • Terazinin dirhemi baş yıkayacak kil olan aktarın kilini, aktar şeker tartarken kil yemeyi âdet edinmiş olan müşterinin gizlice ve hırsızlama çalması
  • پیش عطاری یکی گل‌خوار رفت ** تا خرد ابلوج قند خاص زفت 625
  • Toprak yemeyi adet edinmiş olan birisi bir aktara gidip kelle şekeri almak istedi.
  • پس بر عطار طرار دودل ** موضع سنگ ترازو بود گل
  • O hilebaz ve gönlü bozuk aktarın terazisinde dirhem ve taş yerine toprak vardı.
  • گفت گل سنگ ترازوی منست ** گر ترا میل شکر بخریدنست
  • Dedi ki: Benim terazimin dirhemi topraktır. Şeker almaya niyetin varsa sabret de dirhem bulayım.
  • گفت هستم در مهمی قندجو ** سنگ میزان هر چه خواهی باش گو
  • Adam “Mühim bir işim var, şeker almam lazım... Dirhemin ne olursa olsun, zararı yok” dedi.
  • گفت با خود پیش آنک گل‌خورست ** سنگ چه بود گل نکوتر از زرست
  • Kendi kendisine de “Toprak yemeyi adet edinen kişiye taş nedir ki? Toprak altından daha iyi!
  • هم‌چو آن دلاله که گفت ای پسر ** نو عروسی یافتم بس خوب‌فر 630
  • Hani o kılavuz kadın gibi... Oğlum, pek güzel bir kız buldum.
  • سخت زیبا لیک هم یک چیز هست ** که آن ستیره دختر حلواگرست
  • Pek güzel ama ondan başka bir şey daha var: o namuslu kız, helvacı kızı demiş de,
  • گفت بهتر این چنین خود گر بود ** دختر او چرب و شیرین‌تر بود
  • Evlenecek adam böyle olması daha iyi ya... Helvacının kızı daha yağlı, daha tatlı olur demiş!
  • گر نداری سنگ و سنگت از گلست ** این به و به گل مرا میوه‌ی دلست
  • Onun gibi senin de taş dirhemin yok da taş yerine toprak kullanıyorsan daha iyi ya... Toprak benim gönlümün istediği meyve!” diyordu.
  • اندر آن کفه‌ی ترازو ز اعتداد ** او به جای سنگ آن گل را نهاد
  • Aktar, terazisinin dirhem gözüne dirhem vazifesini gören taş yerine toprak parçasını koydu.
  • پس برای کفه‌ی دیگر به دست ** هم به قدر آن شکر را می‌شکست 635
  • Öbür gözüne koymak üzere de o toprağın ağırlığınca şeker kırmaya koyuldu.
  • چون نبودش تیشه‌ای او دیر ماند ** مشتری را منتظر آنجا نشاند
  • Şekeri kesip kıracak bir aleti olmadığı için biraz gecikti, müşteriyi de orada bıraktı.