-
زان فراخ آمد چنین روزی ما ** که دریدن شد قبادوزی ما
- Onun için rızkımız böyle bol bol gelmededir; çünkü, bizim elbise dikmemiz elbiseyi yırtmaktır!
-
سبب آنک فرجی را نام فرجی نهادند از اول
- Fereciye önce fereci denmesinin sebebi
-
صوفیی بدرید جبه در حرج ** پیشش آمد بعد به دریدن فرج
- Sofinin biri bir iç sıkıntısına uğradı, cüppesinin önünü yırttı, ondan sonra ferahladı.
-
کرد نام آن دریده فرجی ** این لقب شد فاش زان مرد نجی 355
- O yırtık cüppeye fereci (ferahlık) adını koydu. Bu lâkap, o kurtulmuş adamdan sonra yayıldı.
-
این لقب شد فاش و صافش شیخ برد ** ماند اندر طبع خلقان حرف درد
- Yayıldı ama safını şeyh aldı, götürdü, halka tortudan ibaret olan adı kaldı.
-
همچنین هر نام صافی داشتست ** اسم را چون دردیی بگذاشتست
- Böylece her şeyin bir saf ve tortusuz tarafı vardır, adını da tortu gibi aleme bırakmıştır.
-
هر که گل خوارست دردی را گرفت ** رفت صوفی سوی صافی ناشکفت
- Kim toprak yemeyi adet edinmişse tortuya yapışmıştır. Sofi ise hemencecik safın bulunduğu tarafa gider.
-
گفت لابد درد را صافی بود ** زین دلالت دل به صفوت میرود
- Elbette tortunun bir safı vardır der ve gönül, bu delaletle saflığa varır, ulaşır.
-
درد عسر افتاد و صافش یسر او ** صاف چون خرما و دردی بسر او 360
- Tortu güçlüktür, safı da kolaylığı. Saf, hurmaya benzer, tortu da hurma çağlasına.
-
یسر با عسرست هین آیس مباش ** راه داری زین ممات اندر معاش
- Güçlük kolaylıkla beraberdir, kendine gel, ümidini kesme. Bu ölümden sonra hayata yol var.
-
روح خواهی جبه بشکاف ای پسر ** تا از آن صفوت برآری زود سر
- Oğul ferahlamak istiyorsan cüppeni yırt da o saflıktan hemencecik baş çıkarsın.
-
هست صوفی آنک شد صفوتطلب ** نه از لباس صوف و خیاطی و دب
- Sofi saflığı dileyen kişidir. Sofilik, sof elbiseyle, terzilikle, yavaş yavaş yürümekle olmaz.
-
صوفیی گشته به پیش این لام ** الخیاطه واللواطه والسلام
- Fakat bu alçak ve aşağılık kişilerce sofuluk, terzilikten ve oğlancılıktan ibarettir.
-
بر خیال آن صفا و نام نیک ** رنگ پوشیدن نکو باشد ولیک 365
- Fakat o saflık, o iyi ad, san hayaliyle bu renge bürünmek de iyidir ama,
-
بر خیالش گر روی تا اصل او ** نی چو عباد خیال تو به تو
- O hayalle asla kadar gitmek şartıyla. Kat kat hayale tapanlar gibi değil.
-
دور باش غیرتت آمد خیال ** گرد بر گرد سراپردهی جمال
- Hayal, seni güzellik otağının çevresine sokulmaktan men eden gayret çavuşudur.
-
بسته هر جوینده را که راه نیست ** هر خیالش پیش میآید بیست
- O, her arayanın yolunu, yol yok, diye keser. Onun hayali geldi mi, sana, dur, der.
-
جز مگر آن تیزکوش تیزهوش ** کش بود از جیش نصرتهاش جوش
- Ancak kulağı delik ve anlayışlı kişiyi durdurmaz. Çünkü o, Allah yardımı askerine sığınmış, o sayede coşup köpürmüştür.
-
نجهد از تخییلها نی شه شود ** تیر شه بنماید آنگه ره شود 370
- O, ne hayallerden ürker, sıçrar, ne de padişahlık taslar. Padişahın nişane olarak verdiği oku gösterir, yoluna gider.
-
این دل سرگشته را تدبیر بخش ** وین کمانهای دوتو را تیر بخش
- Allahm, bu şaşkın gönle bir ok bağışla, bu iki kat olmuş yaylara bir ok ver.
-
جرعهای بر ریختی زان خفیه جام ** بر زمین خاک من کاس الکرام
- Uluların içtikleri o gizli kadehten yeryüzüne bir yudumcuk saçtın.
-
هست بر زلف و رخ از جرعهش نشان ** خاک را شاهان همیلیسند از آن
- Güzellerin saçlarında, yüzlerinde o bir yudumcuk şarabın nişanesi var. Padişahlar, bu yüzden topraktan meydana gelen güzelleri yalar dururlar.
-
جرعه حسنست اندر خاک گش ** که به صد دل روز و شب میبوسیش
- Gece gündüz yüzlerce gönülle o topraktan meydana gelen güzeli öpüp durman, onda güzelliğin bir zerresi bulunduğundandır.
-
جرعه خاک آمیز چون مجنون کند ** مر ترا تا صاف او خود چون کند 375
- Seni, toprakla karışmış bir yudumcuk güzellik şarabı böyle deli divane ediyor, artık onun safı neler yapmaz?
-
هر کسی پیش کلوخی جامهچاک ** که آن کلوخ از حسن آمد جرعهناک
- Herkes bir kerpiç parçasının önünde yenini, yakasını yırtmakta. Halbuki o kerpiç, güzelliğin bir yudumcuğuna, bir zerreciğine sahip.
-
جرعهای بر ماه و خورشید و حمل ** جرعهای بر عرش و کرسی و زحل
- Ayda, güneşte, hamel burcunda bir yudumcuk güzellik şarabı var. Arşta kürsüde, zuhal yıldızında bir zerrecik güzellik var.