English    Türkçe    فارسی   

6
1126-1150

  • حبذا اسپان رام پیش‌رو  ** نه سپس‌رو نه حرونی را گرو 
  • Ne mutludur binicisine râm olan ve doğru giden atlar. Onlar, ne geri giderler, ne huysuzluk ederler.
  • گرم‌رو چون جسم موسی کلیم  ** تا به بحرینش چو پهنای گلیم 
  • Allah Kelim’i Musa gibi hızlı hızlı gider, bir kilim gibi Bahreyn’e kadar varır, yayılır.
  • هست هفصدساله راه آن حقب  ** که بکرد او عزم در سیران حب 
  • Musa’nın gittiği yol, tam yedi yüz yıllık yoldu, o sevda ile bu kadar uzun yolu aştı.
  • همت سیر تنش چون این بود  ** سیر جانش تا به علیین بود 
  • Bedenindeki gidiş gayreti bu kadardı. Canındaki gayretse ta İlliyn’e değdi.
  • شهسواران در سباقت تاختند  ** خربطان در پایگه انداختند  1130
  • İyi biniciler, birbirlerini geçmek için atlarını sürdüler. Karınları şiş battallarsa ahırda kala kaldılar.
  • مثل 
  • Örnek
  • آن‌چنان که کاروانی می‌رسید  ** در دهی آمد دری را باز دید 
  • Hani bir kervan bir köye gelip çatmış, orada açık bir kapı görmüştü.
  • آن یکی گفت اندرین برد العجوز  ** تا بیندازیم اینجا چند روز 
  • Kervan halkından biri bu kocakarı soğuğunda eşyamızı buraya atalım, birkaç gün burada kalalım dedi.
  • بانگ آمد نه بینداز از برون  ** وانگهانی اندر آ تو اندرون 
  • İçeriden bir ses geldi: Hayır ,neyiniz varsa önce dışarıya bırakın da ondan sonra içeri girin.
  • هم برون افکن هر آنچ افکندنیست  ** در میا با آن کای ن مجلس سنیست 
  • Atılması gereken ne varsa dışarıya at da öyle gel. Onlarla içeriye girmeye kalkışma ki bu meclis pek yüce bir meclistir.
  • بد هلال استاددل جان‌روشنی  ** سایس و بنده‌ی امیری مومنی  1135
  • Hilâl, gönlü üstat, ruhu aydın bir zattı. İnanmış bir adamın kuluydu, ona seyislik etmekteydi.
  • سایسی کردی در آخر آن غلام  ** لیک سلطان سلاطین بنده نام 
  • Ahırda seyislik ediyordu, ay, kuldu, köleydi ama hakikatte padişahlar padişahıydı.
  • آن امیر از حال بنده بی‌خبر  ** که نبودش جز بلیسانه نظر 
  • Beyin, kölesinden haberi bile yoktur. Çünkü ona ancak şeytanın Âdem’e baktığı gibi bakıyordu.
  • آب و گل می‌دید و در وی گنج نه  ** پنج و شش می‌دید و اصل پنج نه 
  • Ancak su ve toprak görüyordu, ondaki defineden haberi yoktu. Beş duyguyla altı ciheti görüyordu, beş duygunun aslını değil.
  • رنگ طین پیدا و نور دین نهان  ** هر پیمبر این چنین بد در جهان 
  • Toprağın rengi meydandaydı, din nuru görünmüyordu. Her peygamber âlemde böyleydi.
  • آن مناره دید و در وی مرغ نی  ** بر مناره شاه‌بازی پر فنی  1140
  • Birisi minareyi görür, minaredeki kuşu göremez. Minaredeki hünerli doğanı gözü alamaz.
  • وان دوم می‌دید مرغی پرزنی  ** لیک موی اندر دهان مرغ نی 
  • İkincisi, kanatlarını çırpan kuşu görür, fakat kuşun ağzındaki tüyü göremez.
  • وانک او ینظر به نور الله بود  ** هم ز مرغ و هم ز مو آگاه بود 
  • Allah nuru ile bakansa hem kuşu görür, hem ağzındaki tüyü.
  • گفت آخر چشم سوی موی نه  ** تا نبینی مو بنگشاید گره 
  • Öbürüne der ki: Tüyü gör tüyü. Tüyü göremedikçe düğüm açılmaz.
  • آن یکی گل دید نقشین دو وحل  ** وآن دگر گل دید پر علم و عمل 
  • Birisi insanı nakışlarla bezenmiş balçıktan bir suret görür öbürü ilim ve amelle dolu bir balçık!
  • تن مناره علم و طاعت هم‌چو مرغ  ** خواه سیصد مرغ‌گیر و یا دو مرغ  1145
  • Beden minaredir, ilim ve ibadet kuşa benzer, onu ister üç yüz tane say ister iki tane.
  • مرد اوسط مرغ‌بینست او و بس  ** غیر مرغی می‌نبیند پیش و پس 
  • Orta görüşlü adam, yalnız kuşu görür, kuştan başka önde, artta hiçbir şey göremez.
  • موی آن نور نیست پنهان آن مرغ  ** هیچ عاریت نباشد کار او 
  • Tüyse, kuşta gizli olan tüydür, kuşun canı onunla kaimdir.
  • مرغ کان مویست درمنقار او ** هیچ عاریت نباشد کار او
  • علم او از جان او جوشد مدام  ** پیش او نه مستعار آمد نه وام 
  • Onun bilgisi daima canından coşar.Ne eğretidir,ne borç!
  • رنجور شدن این هلال و بی‌خبری خواجه‌ی او از رنجوری او از تحقیر و ناشناخت و واقف شدن دل مصطفی علیه‌السلام از رنجوری و حال او و افتقاد و عیادت رسول علیه‌السلام این هلال را 
  • Hilâl hastalandı, efendisi onu hor görür, tanımazdı, hastalığını da duymadı. Mustafa aleyhisselâm’ın gönlüne doğdu.Hilâl’in hatırını sormaya,ona geçmiş olsun demeye gitti.
  • از قضا رنجور و ناخوش شد هلال  ** مصطفی را وحی شد غماز حال  1150
  • Hilâl kazara hastalandı, zayıflamaya, erimeye başladı. Mustafa, vahiyle onun halini anladı.