English    Türkçe    فارسی   

6
1842-1866

  • گاو آوردش سعادت عاقبت  ** عهد داود لدنی معدلت 
  • Nihayet Allah adaletine sahip Davut Peygamber zamanında bir öküz, onu kutluluğa ulaştırmıştı.
  • این متیم نیز زاریها نمود  ** هم ز میدان اجابت گو ربود 
  • Bu adamda yüzünü yerlere sürdü, yalvarıp sızladı, nihayet meydandan icabet topunu çeldi.
  • گاه بدظن می‌شدی اندر دعا  ** از پی تاخیر پاداش و جزا 
  • Bazen duasının kabul edilmeyişine bakıp kötü zanlara düşüyor, niçin duam kabul edilmiyor diyor,
  • باز ارجاء خداوند کریم  ** در دلش بشار گشتی و زعیم  1845
  • Derken yine Allah’nın lûtuf ve keremi, gönlüne muştuluklar veriyor, duasının kabul edileceğine delil oluyordu.
  • چون شدی نومید در جهد از کلال  ** از جناب حق شنیدی که تعال 
  • Çalışıp çabalarken yorulup ümitsizliğe düşünce Allah tapısında gel sesini duyuyordu.
  • خافضست و رافعست این کردگار  ** بی ازین دو بر نیاید هیچ کار 
  • Allah alçaltıcıdır, yücelticidir. Bu ikisinden başka hiçbir işi yoktur.
  • خفض ارضی بین و رفع آسمان  ** بی ازین دو نیست دورانش ای فلان 
  • Yerin alçalışına bak, göğün yücelişine bak. Kâinatın devranı bu ikisinden hâli değildir.
  • خفض و رفع این زمین نوعی دگر  ** نیم سالی شوره نیمی سبز و تر 
  • Şu yerin yücelip alçalışı da bir başka çeşittir. Yılın yarısında çorak bir hale gelir, yarısında yeşerir, tazeleşir.
  • خفض و رفع روزگار با کرب  ** نوع دیگر نیم روز و نیم شب  1850
  • Mihnetle dolu olan zamanın yücelip alçalması, büsbütün başka bir tarzdadır. Yirmi dört saatin yarısı günden olur, yarısı gece.
  • خفض و رفع این مزاج ممترج  ** گاه صحت گاه رنجوری مضج 
  • Zıtlarla uzlaşan mizacın yükselmesi, alçalması da şudur: Gâh insan sıhhatli olur, gâh hastalanır, inler.
  • هم‌چنین دان جمله احوال جهان  ** قحط و جدب و صلح و جنگ از افتتان 
  • Dünyanın bütün hallerini böyle bil. Kıtlık, bolluk, barış, savaş, hep denemelerden meydana gelir.
  • این جهان با این دو پر اندر هواست  ** زین دو جانها موطن خوف و رجاست 
  • Şu dünya, havada bu iki kanatla uçar. Canlar da bu ikisi yüzünden korku ve ümit yurtlarında yurt edinirler.
  • تا جهان لرزان بود مانند برگ  ** در شمال و در سموم بعث و مرگ 
  • Böylece dünya, şimal rüzgârına benzeyen hayatla ve sam yeli gibi olan ölümle titrer durur.
  • تا خم یک‌رنگی عیسی ما  ** بشکند نرخ خم صدرنگ را  1855
  • Nihayet İsa’mızın tek renge boyayan birlik küpü yüzlerce renkli küpleri kırar.
  • کان جهان هم‌چون نمکسار آمدست  ** هر چه آنجا رفت بی‌تلوین شدست 
  • Çünkü o âlem, tuzlaya benzer. Oraya ne düşerse renkten arınır.
  • خاک را بین خلق رنگارنگ را  ** می‌کند یک رنگ اندر گورها 
  • Toprağa bak. Çeşit, çeşit renkte bulunan insanları mezarlarda bir renge sokmada.
  • این نمکسار جسوم ظاهرست  ** خود نمکسار معانی دیگرست 
  • Bu, görünen bedenlerin tuzlası, mâna âlemine ait tuzlaysa bundan tamamı ile ayrıdır.
  • آن نمکسار معانی معنویست  ** از ازل آن تا ابد اندر نویست 
  • O mâna tuzlası mânevidir. O, ezelden ebede kadar yenilikler içindedir.
  • این نوی را کهنگی ضدش بود  ** آن نوی بی ضد و بی ند و عدد  1860
  • Eskilik bu yeniliğin zıddıdır. Halbuki o âlemin yeniliği zıtsızdır, eşsizdir, sayıya da sığmaz.
  • آنچنان که از صقل نور مصطفی  ** صد هزاران نوع ظلمت شد ضیا 
  • Nitekim Mustafa’nın nurunun cilâsı ile yüz binlerce çeşit karanlık ışık kesildi.
  • از جهود و مشرک و ترسا و مغ  ** جملگی یک‌رنگ شد زان الپ الغ 
  • O ulu er yüzünden Yahudilerin, Allah’ya şirk koşanların, Hıristiyanların, Mecusilerin hepsi bir renge boyandılar.
  • صد هزاران سایه کوتاه و دراز  ** شد یکی در نور آن خورشید راز 
  • Yüz binlerce kısa ve uzun gölgeler o sır denizinin nurunda bir oldular.
  • نه درازی ماند نه کوته نه پهن  ** گونه گونه سایه در خورشید رهن 
  • Ne uzunluk kaldı, ne kısalık, ne genişlik. Çeşit, çeşit gölgeler, güneşe rehin oldu.
  • لیک یک‌رنگی که اندر محشرست  ** بر بد و بر نیک کشف و ظاهرست  1865
  • Fakat mahşerdeki tek renge boyanış, iyiye de apaçık görünür, kötüye de.
  • که معانی آن جهان صورت شود  ** نقشهامان در خور خصلت شود 
  • O âlemde mânalar, surete bürünürler. Suretlerimiz, hülyalarımıza uygun olur.