-
چون گشاده شد ره و بگشاد بند ** بسکلند و هر یکی جایی روند
- Fakat yol açıldı, mâni kalmadı mı hepsi ayrılır, her biri, bir yana gider.
-
چون قفس را بشکند شاه خرد ** جمع مرغان هر یکی سویی پرد
- Akıl padişahı, kafesi kırdı mı kuşların her biri, bir tarafa uçar.
-
پر گشاید پیش ازین بر شوق و یاد ** در هوای جنس خود سوی معاد 2385
- Bundan önce neşelenerek, sevinerek kendi cinsinin havası ile geldiği yere uçar giderdi ya.
-
پر گشاید هر دمی با اشک و آه ** لیک پریدن ندارد روی و راه
- Kafeste ve zindan da iken de her an ağlayıp inleyerek kanat açar ama uçmaya yol ve imkân yoktur.
-
راه شد هر یک پرد مانند باد ** سوی آن کز یاد آن پر میگشاد
- Fakat yol oldu mu her biri, anarak kanat açtığı yere uçar, yel gibi uçup gider.
-
آن طرف که بود اشک و آه او ** چونک فرصت یافت باشد راه او
- Ağlayıp ah ettiği tarafa fırsat buldu mu koşar, uçup kavuşur.
-
در تن خود بنگر این اجزای تن ** از کجاها گرد آمد در بدن
- Bedenine bak. Bu cüzüler, nereden toplanıp bedenine geldi.
-
آبی و خاکی و بادی و آتشی ** عرشی و فرشی و رومی و گشی 2390
- Kimisi suya, kimisi toprağa, kimisi yele, kimisi ateşe mensup. Kimi arştan gelmiş, kimi ferşten. Kimisi güzel, kimisi çirkin.
-
از امید عود هر یک بسته طرف ** اندرین کاروانسرا از بیم برف
- Her biri kar korkusundan bu kervansaraya sinmiş, geldikleri yere tekrar dönmeyi umuyor.
-
برف گوناگون جمود هر جماد ** در شتای بعد آن خورشید داد
- Çeşit çeşit kar var, her taraf donmuş, hiçbir yerde hayat kalmamış. O adalet güneşinden uzak kalmışlar, o uzaklık kışından buz kesilmişler.
-
چون بتابد تف آن خورشید جشم ** کوه گردد گاه ریگ و گاه پشم
- Fakat o kızgın güneşin harareti bir geldi mi dağ bile kum ve yün kesilir.
-
در گداز آید جمادات گران ** چون گداز تن به وقت نقل جان
- Can verirken beden nasıl erirse kendilerinde candan eser olmayan cansızlar bile öyle erir.
-
چون رسیدند این سه همره منزلی ** هدیهشان آورد حلوا مقبلی 2395
- Bu üç yoldaş bir konağa vardılar. Orada bir devletli, kendilerine helva hediye etti.
-
برد حلوا پیش آن هر سه غریب ** محسنی از مطبخ انی قریب
- Bir ihsan sahibi, “Ben yakınım”, sofrasından her üç garibe de helva götürdü.
-
نان گرم و صحن حلوای عسل ** برد آنک در ثوابش بود امل
- Tanrı’dan sevap ümidi ile sıcak somun ve bal helvası hediye etti.
-
الکیاسه والادب لاهل المدر ** الضیافه والقری لاهل الوبر
- Şehirliler, edep ve zekâ ehli olurlar. Toy vermek yoksul doyurmak da köylülere verilmiştir.
-
الضیافة للغریب والقری ** اودع الرحمن فی اهل القری
- Tanrı, garibe ziyafet çekmeyi köylülere vermiştir.
-
کل یوم فی القری ضیف حدیث ** ما له غیر الاله من مغیث 2400
- Köylerde her gün Tanrı’dan başka imdadına yetişecek hiç kimsesi olmayan yeni bir misafir vardır.
-
کل لیل فی القری وفد جدید ** ما لهم ثم سوی الله محید
- Köylerde her gece yeni bir topluluk vardır ki onların Tanrı’dan başka kimseleri yoktur.
-
تخمه بودند آن دو بیگانه ز خور ** بود صایم روز آن مومن مگر
- O iki yabancı, adamakıllı yemek yemişler, imtilâya uğramışlardı. O Müslüman ise oruçluydu.
-
چون نماز شام آن حلوا رسید ** بود مومن مانده در جوع شدید
- Akşam namazı vakti o helva gelince Mümin, pek aç olduğundan yemek istediyse de,
-
آن دو کس گفتند ما از خور پریم ** امشبش بنهیم و فردایش خوریم
- İkisi de biz boğazımıza kadar tokuz. Bu yemeği bu gece bırakalım da yarın yeriz.
-
صبر گیریم امشب از خور تن زنیم ** بهر فردا لوت را پنهان کنیم 2405
- Bu gece sabredelim, yemeyelim de helvayı yarına saklayalım dediler.
-
گفت مومن امشب این خورده شود ** صبر را بنهیم تا فردا بود
- Mümin dedi ki: Sabrı bırakalım da bu gece yiyelim yarının sahibi var.
-
پس بدو گفتند زین حکمتگری ** قصد تو آن است تا تنها خوری
- Ona sen, böyle hikmet satarak yalnız yemek istiyorsun galiba dediler.