-
هست جمعیت به صورتها فشار ** جمع معنی خواه هین از کردگار
- Topluluk, suret bakımından olursa beyhudedir. Kendine gel de Tanrı’dan mâna topluluğu iste.
-
نیست جمعیت ز بسیاری جسم ** جسم را بر باد قایم دان چو اسم 3045
- Topluluk, bedenlerin çokluğundan meydana gelmez. Cismi de isim gibi yel üstünde durur bir şey bil!
-
در دل موش ار بدی جمعیتی ** جمع گشتی چند موش از حمیتی
- Farelerin yüreklerinde topluluk kudreti olsaydı kızarlar, gayrete gelirlerdi de birkaç tanesi bir araya gelir;
-
بر زدندی چون فدایی حملهای ** خویش را بر گربهی بیمهلهای
- Fedai gibi aman vermeden kediye saldırırdı.
-
آن یکی چشمش بکندی از ضراب ** وان دگر گوشش دریدی هم به ناب
- Bir tanesi gözünü ısırır, oyar, öbürü kulağını dişleyip yırtar,
-
وان دگر سوراخ کردی پهلوش ** از جماعت گم شدی بیرون شوش
- Bir başkası yanını delerdi. Kedi bu topluluktan kurtulamazdı.
-
لیک جمعیت ندارد جان موش ** بجهد از جانش به بانگ گربه هوش 3050
- Fakat farede topluluk için yürek yoktur. Kedinin sesini duydu mu aklı başından gider.
-
خشک گردد موش زان گربهی عیار ** گر بود اعداد موشان صد هزار
- Hilebaz kedinin önünde kuruyup kalır. İsterse farenin sayısı yüz bin olsun ne çıkar?
-
از رمهی انبه چه غم قصاب را ** انبهی هش چه بندد خواب را
- Koyun sürüsü çok olmuş kasaba ne gam? Akıl çokluğu uykuyu def edebilir mi?
-
مالک الملک است جمعیت دهد ** شیر را تا بر گلهی گوران جهد
- Mülkün sahibi Tanrı’dır. Topluluğu o verir, bu yüreği o ihsan ederde aslan, yaban sığırı sürüsüne atılır.
-
صد هزاران گور دهشاخ و دلیر ** چون عدم باشند پیش صول شیر
- On çatallı boynuzları olan yüz binlerce yiğit geyik aslanın saldırışına karşı, âdeta yok olur.
-
مالک الملک است بدهد ملک حسن ** یوسفی را تا بود چون ماء مزن 3055
- Mülkün sahibi O’dur. Bir Yusuf’a güzellik saltanatını verir de onu ak buluttan yağan lâtif yağmura döndürür.
-
در رخی بنهد شعاع اختری ** که شود شاهی غلام دختری
- Bir yüze bir yıldız parlaklığı ihsan ederde koca bir padişah bir kızın kölesi kesilir.
-
بنهد اندر روی دیگر نور خود ** که ببیند نیمشب هر نیک و بد
- Bir başkasının yüzüne kendi nurunu verir, o adam, gece yarısı her iyiyi her kötüyü görür.
-
یوسف و موسی ز حق بردند نور ** در رخ و رخسار و در ذات الصدور
- Yusuf’la Musa, Tanrı nuruna sahip oldular, yüzlerinde, gönüllerinde o nur parladı.
-
روی موسی بارقی انگیخته ** پیش رو او توبره آویخته
- Musa’nın yüzü, öyle bir nur saçtı ki nihayet yüzüne bir nikap tutunmaya mecbur oldu.
-
نور رویش آنچنان بردی بصر ** که زمرد از دو دیدهی مار کر 3060
- Yüzünün nuru âdeta hücum eden yılanın gözünü zümrüt nasıl alırsa gözleri öyle almaktaydı.
-
او ز حق در خواسته تا توبره ** گردد آن نور قوی را ساتره
- Musa, o kuvvetli nuru örtmek üzere Tanrı’dan nikap istedi.
-
توبره گفت از گلیمت ساز هین ** کان لباس عارفی آمد امین
- Tanrı da o nikabı, yürü, var, kiliminden yap. Çünkü o, emniyet sahibi bir ârifin elbisesidir.
-
کان کسا از نور صبری یافتست ** نور جان در تار و پودش تافتست
- O elbise Tanrı nurundan bir sabra nail olmuştur, dokumasında can nuru vardır.
-
جز چنین خرقه نخواهد شد صوان ** نور ما را بر نتابد غیر آن
- Böyle bir hırkadan başka bir şeyle korunamazsın. Nurumuza, ondan başka hiçbir şey tahammül edemez.
-
کوه قاف ار پیش آید بهرسد ** همچو کوه طور نورش بر درد 3065
- Kafdağı bile o nura mâni olmaya kalkışsa o nur, Kafdağı’nı da Tur gibi parçalar dedi.
-
از کمال قدرت ابدان رجال ** یافت اندر نور بیچون احتمال
- Erlerin bedenlerine Tanrı kudretinin yüceliği öyle bir tahammül vermiştir ki neliksiz niteliksiz Tanrı nuruna dayanırlar.
-
آنچ طورش بر نتابد ذرهای ** قدرتش جا سازد از قارورهای
- Tur dağının zerresine tahammül etmediği nur, Tanrı kudretiyle bir sırçayı yer eder.
-
گشت مشکات و زجاجی جای نور ** که همیدرد ز نور آن قاف و طور
- Kandil duracak yer ve bir sırça kandil, Kafdağı ile Tur’u paramparça eden nura mekân olur.