-
گر تو گویی فایدهی هستی چه بود ** در سؤالت فایده هست ای عنود
- Eğer sen “Şu halde varlığın ne faydası var?” dersen senin bu sualinde fayda var mı inatçı adam?
-
گر ندارد این سؤالت فایده ** چه شنویم این را عبث بیعایده
- Sualinde fayda yoksa bu abes ve faydasız suali niye dinleyeyim?
-
ور سؤالت را بسی فاییدههاست ** پس جهان بیفایده آخر چراست 1070
- Eğer birçok faydaları varsa neden bu cihan faydasız olsun öyle ise?
-
ور جهان از یک جهت بیفایده ست ** از جهتهای دگر پر عایده ست
- Cihan, bir cihetten faydasız, başka bir cihetten faydalarla dopdoludur.
-
فایدهی تو گر مرا فاییده نیست ** مر ترا چون فایده ست از وی مه ایست
- Sana faydalı olan şey, bana faydasızsa. Mademki sence faydalı, onun yapmaktan geri durma.
-
حسن یوسف عالمی را فایده ** گر چه بر اخوان عبث بد زایده
- Yusuf’un güzelliği kardeşlerince abesti, lüzumsuzdu.. Fakat bütün bir âleme faydalıydı.
-
لحن داودی چنان محبوب بود ** لیک بر محروم بانگ چوب بود
- Davut’un sesi kadar güzeldi ama güzel sesten anlamayanlar dinlemek istemezlerdi.
-
آب نیل از آب حیوان بد فزون ** لیک بر محروم و منکر بود خون 1075
- Nil nehrinin suyu, Abıhayattan daha hoştu, daha feyizliydi. Fakat nasipsiz ve münkir olanlara kandı.
-
هست بر مومن شهیدی زندگی ** بر منافق مردن است و ژندگی
- Şehitlik, mümin için hayattır, münafık için ölüm ve çürüme!
-
چیست در عالم بگو یک نعمتی ** که نه محرومند از وی امتی
- Âlemde bir sürü halkın mahrum olmadığı bir nimet var mı? Söyle.
-
گاو و خر را فایده چه در شکر ** هست هر جان را یکی قوتی دگر
- Şekerden öküze, eşeğe ne fayda var? Her canın başka bir gıdası vardır.
-
لیک گر آن قوت بر وی عارضی است ** پس نصیحت کردن او را رایضی است
- Fakat o gıda, gıdalanan kişiye arızî ise ona nasihat etmek de onu doğru yola getirmek demektir.
-
چون کسی کاو از مرض گل داشت دوست ** گر چه پندارد که آن خود قوت اوست 1080
- Birisi hastalık dolayısıyla toprak yemeyi sevse toprağı, kendisine gıda sanır ama,
-
قوت اصلی را فرامش کرده است ** روی در قوت مرض آورده است
- Asıl gıdasını unutmuş, hastalık yüzünden alıştığı gıdaya yüz tutmuştur.
-
نوش را بگذاشته سم خورده است ** قوت علت همچو چوبش کرده است
- Şerbeti bırakmıştır da zehir yemektedir. Hastalık yüzünden alıştığı gıda kendisine tatlı gelmiştir.
-
قوت اصلی بشر نور خداست ** قوت حیوانی مر او را ناسزاست
- İnsanın asli gıdası Allah nurudur; ona hayvan gıdası lâyık değil!
-
لیک از علت در این افتاد دل ** که خورد او روز و شب زین آب و گل
- Fakat gönül, hastalık yüzünden bu gıdaya düşmüştür; gece gündüz bu suyu içmekte, bu toprağı yemektedir.
-
روی زرد و پای سست و دل سبک ** کو غذای و السما ذات الحبک 1085
- Bu gıdayı yiyen kişinin yüzü sapsarıdır. Ayağı tutmaz kalbi helacana uğrar. Nerede yol, yol olan göklerin gıdası nerede bu?
-
آن غذای خاصگان دولت است ** خوردن آن بیگلو و آلت است
- O, gıda devletin has kullarına mahsustur. O, boğazsız aletsiz yenir.
-
شد غذای آفتاب از نور عرش ** مر حسود و دیو را از دود فرش
- Güneşin gıdası, Arş nurundandır, hasetçinin, Şeytan’ın gıdası ferş dumanından!
-
در شهیدان یرزقون فرمود حق ** آن غذا را نه دهان بد نه طبق
- Allah, şehitler için “ Onlar rızıklanırlar” buyurdu. O, gıda için ne ağız vardır, ne tabak!
-
دل ز هر یاری غذایی میخورد ** دل ز هر علمی صفایی میبرد
- Gönül, her dosttan bir gıda ile gıdalanır, her bilgiden bir lezzet alır.
-
صورت هر آدمی چون کاسهای است ** چشم از معنی او حساسهای است 1090
- Her insanın sureti, bir kâseye benzer. Göz de suretinin manasına ait bir duygu âletidir.
-
از لقای هر کسی چیزی خوری ** و ز قران هر قرین چیزی بری
- Herkesin yüzünden bir şey yemekte, her buluştuğundan bir şey almaktasın.
-
چون ستاره با ستاره شد قرین ** لایق هر دو اثر زاید یقین
- Yıldız, yıldızla kırân etti mi mutlaka her ikisine uygun bir şey doğar.
-
چون قران مرد و زن زاید بشر ** وز قران سنگ و آهن شد شرر
- Erkekle kadının buluşmasından çocuk doğduğu gibi, taşla demirin birleşmesinden de kıvılcım meydana gelir.
-
و ز قران خاک با بارانها ** میوهها و سبزه و ریحانها
- Toprağın, yağmurla kırânı, meyveleri, yeşillikleri, çiçekleri bitirir.
-
و ز قران سبزهها با آدمی ** دل خوشی و بیغمی و خرمی 1095
- İnsan, yeşilliğe baksa gönlü hoşlanır, gamı gider, neşelenir.
-
وز قران خرمی با جان ما ** میبزاید خوبی و احسان ما
- Canımız neşelenirse bizden iyilikler, ihsanlar doğar.
-
قابل خوردن شود اجسام ما ** چون بر آید از تفرج کام ما
- Güzelce, dilediğimiz gibi gezdik, eğlendik mi karnımız acıkır, iştahımız artar.
-
سرخ رویی از قران خون بود ** خون ز خورشید خوش گلگون بود
- Rengin kızarması karanlıktandır. Kan da hoş ve gül renkli güneştendir.
-
بهترین رنگها سرخی بود ** و آن ز خورشید است و از وی میرسد
- Renklerin en güzeli kırmızı renktir. O renk de güneştendir, güneşten meydana gelir.
-
هر زمینی کان قرین شد با زحل ** شوره گشت و کشت را نبود محل 1100
- Zuhale karîn olan her yer çoraklaşır, oraya ekin ekilemez.
-
قوت اندر فعل آید ز اتفاق ** چون قران دیو با اهل نفاق
- Bir şeyin bir şeyle birleşmesi, kuvvetin halindeki fiili meydana çıkarır; Şeytan’ın münafıkla birleşmesi gibi.
-
این معانی راست از چرخ نهم ** بیهمه طاق و طرم طاق و طرم
- Bu manalara, dokuzuncu kat gökten yüce derecesiz dereceler, mekânsız yücelikler vardır.
-
خلق را طاق و طرم عاریت است ** امر را طاق و طرم ماهیت است
- Halkın makamı, derecesi ariyettir. Fakat Emir Âlemi olan Melekût diyarının makam ve derecesi aslidir.
-
از پی طاق و طرم خواری کشند ** بر امید عز در خواری خوشند
- Hâlbuki halk, makam ve derece için aşağılıklara katlanır, bayağı hallere düşer, yücelik ümidiyle horluktan lezzet alır, hoşlanır!
-
بر امید عز ده روزهی خدوک ** گردن خود کردهاند از غم چو دوک 1105
- On günlük yücelik için zilleti çekerler, gam ve gussa ile boyunlarını iğ gibi ipince bir hale korlar.
-
چون نمیآیند اینجا که منم ** کاندر این عز آفتاب روشنم
- Nasıl oluyor da benim bulunduğum yere, bu yücelikten aydın güneş olduğum mekâna gelmiyorlar?
-
مشرق خورشید برج قیرگون ** آفتاب ما ز مشرقها برون
- Güneşin doğduğu yer, kapkara bir burçtur. Bizim güneşimizse doğu yerlerinden dışarıdır!
-
مشرق او نسبت ذرات او ** نه بر آمد نه فرو شد ذات او
- Onun doğduğu yer, zerrelerine nispetle doğu yeridir. Hâlbuki zatı ne doğar, ne dolunur!
-
ما که واپس ماند ذرات ویایم ** در دو عالم آفتابی بیفیایم
- Onun arta kalan zerreleri olan bizler de iki cihanda gölgesiz bir güneşiz.
-
باز گرد شمس میگردم عجب ** هم ز فر شمس باشد این سبب 1110
- Ne şaşılacak şey! Böyle olduğu halde yine Şems’in etrafında dönüp dolaşmaktayım. Buna sebep de yine Şems’in ışığı, aydınlığı!
-
شمس باشد بر سببها مطلع ** هم از او حبل سببها منقطع
- Şems, hem sebepleri, vesileleri meydana getirmede, hem de sebepler, vesileler ona erişememekte!
-
صد هزاران بار ببریدم امید ** از که از شمس این شما باور کنید
- Yüz binlerce defa ümidimi kestim. Kimden mi? Şems’ten. Buna inanır mısınız?
-
تو مرا باور مکن کز آفتاب ** صبر دارم من و یا ماهی ز آب
- Ben güneşten ümidimi keseyim, balık suya sabretsin! Bu sözüme inanma sakın!
-
ور شوم نومید نومیدی من ** عین صنع آفتاب است ای حسن
- Ümitsizliğe düşersem ümitsizliğimde güneşin işidir, onun tecellisidir ey Hasan!
-
عین صنع از نفس صانع چون برد ** هیچ هست از غیر هستی چون چرد 1115
- Sanat, nasıl olur da sanatkârdan ayrılır? Hiç var olan, varlıktan başka bir yerde otlar mı?
-
جمله هستیها از این روضه چرند ** گر براق و تازیان ور خود خرند
- Bütün varlıklar bu bahçede yayılır. İster Burak olsun, ister Arap atları, ister eşek!
-
و انکه گردشها از آن دریا ندید ** هر دم آرد رو به صحرایی جدید
- Fakat bu hareketlerin bu denizden olduğunu görmeyen, her an yeni bir mihraba yüz çevirir.