-
صورت هر آدمی چون کاسهای است ** چشم از معنی او حساسهای است 1090
- Her insanın sureti, bir kâseye benzer. Göz de suretinin manasına ait bir duygu âletidir.
-
از لقای هر کسی چیزی خوری ** و ز قران هر قرین چیزی بری
- Herkesin yüzünden bir şey yemekte, her buluştuğundan bir şey almaktasın.
-
چون ستاره با ستاره شد قرین ** لایق هر دو اثر زاید یقین
- Yıldız, yıldızla kırân etti mi mutlaka her ikisine uygun bir şey doğar.
-
چون قران مرد و زن زاید بشر ** وز قران سنگ و آهن شد شرر
- Erkekle kadının buluşmasından çocuk doğduğu gibi, taşla demirin birleşmesinden de kıvılcım meydana gelir.
-
و ز قران خاک با بارانها ** میوهها و سبزه و ریحانها
- Toprağın, yağmurla kırânı, meyveleri, yeşillikleri, çiçekleri bitirir.
-
و ز قران سبزهها با آدمی ** دل خوشی و بیغمی و خرمی 1095
- İnsan, yeşilliğe baksa gönlü hoşlanır, gamı gider, neşelenir.
-
وز قران خرمی با جان ما ** میبزاید خوبی و احسان ما
- Canımız neşelenirse bizden iyilikler, ihsanlar doğar.
-
قابل خوردن شود اجسام ما ** چون بر آید از تفرج کام ما
- Güzelce, dilediğimiz gibi gezdik, eğlendik mi karnımız acıkır, iştahımız artar.
-
سرخ رویی از قران خون بود ** خون ز خورشید خوش گلگون بود
- Rengin kızarması karanlıktandır. Kan da hoş ve gül renkli güneştendir.
-
بهترین رنگها سرخی بود ** و آن ز خورشید است و از وی میرسد
- Renklerin en güzeli kırmızı renktir. O renk de güneştendir, güneşten meydana gelir.
-
هر زمینی کان قرین شد با زحل ** شوره گشت و کشت را نبود محل 1100
- Zuhale karîn olan her yer çoraklaşır, oraya ekin ekilemez.
-
قوت اندر فعل آید ز اتفاق ** چون قران دیو با اهل نفاق
- Bir şeyin bir şeyle birleşmesi, kuvvetin halindeki fiili meydana çıkarır; Şeytan’ın münafıkla birleşmesi gibi.
-
این معانی راست از چرخ نهم ** بیهمه طاق و طرم طاق و طرم
- Bu manalara, dokuzuncu kat gökten yüce derecesiz dereceler, mekânsız yücelikler vardır.
-
خلق را طاق و طرم عاریت است ** امر را طاق و طرم ماهیت است
- Halkın makamı, derecesi ariyettir. Fakat Emir Âlemi olan Melekût diyarının makam ve derecesi aslidir.
-
از پی طاق و طرم خواری کشند ** بر امید عز در خواری خوشند
- Hâlbuki halk, makam ve derece için aşağılıklara katlanır, bayağı hallere düşer, yücelik ümidiyle horluktan lezzet alır, hoşlanır!
-
بر امید عز ده روزهی خدوک ** گردن خود کردهاند از غم چو دوک 1105
- On günlük yücelik için zilleti çekerler, gam ve gussa ile boyunlarını iğ gibi ipince bir hale korlar.
-
چون نمیآیند اینجا که منم ** کاندر این عز آفتاب روشنم
- Nasıl oluyor da benim bulunduğum yere, bu yücelikten aydın güneş olduğum mekâna gelmiyorlar?
-
مشرق خورشید برج قیرگون ** آفتاب ما ز مشرقها برون
- Güneşin doğduğu yer, kapkara bir burçtur. Bizim güneşimizse doğu yerlerinden dışarıdır!
-
مشرق او نسبت ذرات او ** نه بر آمد نه فرو شد ذات او
- Onun doğduğu yer, zerrelerine nispetle doğu yeridir. Hâlbuki zatı ne doğar, ne dolunur!
-
ما که واپس ماند ذرات ویایم ** در دو عالم آفتابی بیفیایم
- Onun arta kalan zerreleri olan bizler de iki cihanda gölgesiz bir güneşiz.
-
باز گرد شمس میگردم عجب ** هم ز فر شمس باشد این سبب 1110
- Ne şaşılacak şey! Böyle olduğu halde yine Şems’in etrafında dönüp dolaşmaktayım. Buna sebep de yine Şems’in ışığı, aydınlığı!
-
شمس باشد بر سببها مطلع ** هم از او حبل سببها منقطع
- Şems, hem sebepleri, vesileleri meydana getirmede, hem de sebepler, vesileler ona erişememekte!
-
صد هزاران بار ببریدم امید ** از که از شمس این شما باور کنید
- Yüz binlerce defa ümidimi kestim. Kimden mi? Şems’ten. Buna inanır mısınız?
-
تو مرا باور مکن کز آفتاب ** صبر دارم من و یا ماهی ز آب
- Ben güneşten ümidimi keseyim, balık suya sabretsin! Bu sözüme inanma sakın!
-
ور شوم نومید نومیدی من ** عین صنع آفتاب است ای حسن
- Ümitsizliğe düşersem ümitsizliğimde güneşin işidir, onun tecellisidir ey Hasan!
-
عین صنع از نفس صانع چون برد ** هیچ هست از غیر هستی چون چرد 1115
- Sanat, nasıl olur da sanatkârdan ayrılır? Hiç var olan, varlıktan başka bir yerde otlar mı?
-
جمله هستیها از این روضه چرند ** گر براق و تازیان ور خود خرند
- Bütün varlıklar bu bahçede yayılır. İster Burak olsun, ister Arap atları, ister eşek!
-
و انکه گردشها از آن دریا ندید ** هر دم آرد رو به صحرایی جدید
- Fakat bu hareketlerin bu denizden olduğunu görmeyen, her an yeni bir mihraba yüz çevirir.
-
او ز بحر عذب آب شور خورد ** تا که آب شور او را کور کرد
- O, tatlı denizden acı su içe, içe nihayet o acı su, gözünü kör etmiştir.
-
بحر میگوید به دست راست خور ** ز آب من ای کور تا یابی بصر
- Deniz “ Ey kör, benden sağ elinle su iç de gözün açılsın” der.
-
هست دست راست اینجا ظن راست ** کاو بداند نیک و بد را کز کجاست 1120
- Burada sağ el, hüsnü zandır. Çünkü iyinin, kötünün nereden geldiğini hüsnü zan bilir.
-
نیزه گردانی است ای نیزه که تو ** راست میگردی گهی گاهی دو تو
- Ey mızrak, seni bir döndüren var. O yüzden bazen dümdüz dikilmekte, bazen iki kat olmuş gibi eğilmektesin.
-
ما ز عشق شمس دین بیناخنیم ** ور نه ما آن کور را بینا کنیم
- Şemsettin’in aşkıyla tırnağımız yok ki. Yoksa bu körün güzünü açardık!
-
هان ضیاء الحق حسام الدین تو زود ** داروش کن کوری چشم حسود
- Ey Hak ziyası Hüsâmettin; sen hasetçinin gözünün körlüğüne rağmen hemen yürü, onun illetini tedavi et!
-
توتیای کبریای تیز فعل ** داروی ظلمت کش استیز فعل
- Senin ilâcın çabucak tesir eden ululuk tutyası, eseri mutlaka görülen karanlıklar dağıtıcı bir ilâçtır.
-
آن که گر بر چشم اعمی بر زند ** ظلمت صد ساله را زو بر کند 1125
- O ilâç, bir körün gözüne konsa yüzyıllık zulmeti derhal giderir.
-
جمله کوران را دوا کن جز حسود ** کز حسودی بر تو میآرد جحود
- Hasetçiden başka bütün körleri tedavi et! Fakat seni inkâr eden hasetçiyi tedavi etmek.
-
مر حسودت را اگر چه آن منم ** جان مده تا همچنین جان میکنم
- Hatta sana haset eden ben bile olsam, bırak, can çekişip durayım, sakın can bağışlama.
-
آن که او باشد حسود آفتاب ** و انکه میرنجد ز بود آفتاب
- Güneşe haset eden, güneşin varlığından incinen kişi yok mu?
-
اینت درد بیدوا کاو راست آه ** اینت افتاده ابد در قعر چاه
- Ah, işte sana devası olmayan illet. O adam kördür, kör! İşte sana ebediyen kuyunun ta dibine düşmüş kalmış bir kişi!
-
نفی خورشید ازل بایست او ** کی بر آید این مراد او بگو 1130
- O ezeli güneşi yok etmek ister, fakat söyle, bu muradı nasıl olur da yerine gelir, imkân var mı?
-
.
- Doğan’ın viranede baykuşlar içine düşmesi
-
باز آن باشد که باز آید به شاه ** باز کور است آن که شد گم کرده راه
- Doğan diye, dönüp tekrar padişaha gelen doğana derler. Yolunu kaybeden kör doğandır.
-
راه را گم کرد و در ویران فتاد ** باز در ویران بر جغدان فتاد
- Bir doğan, yolunu kaybetti, bir viraneye düştü, Baykuşların arasında kaldı.
-
او همه نور است از نور رضا ** لیک کورش کرد سرهنگ قضا
- O rıza nurundandı, baştanbaşa nurdu; fakat kaza ve kader çavuşu, gözünü kör etti;
-
خاک در چشمش زد و از راه برد ** در میان جغد و ویرانش سپرد
- Gözüne toprak saçtı, onu yoldan sapıttı, viranede baykuşlar arasına uğrattı.
-
بر سری جغدانش بر سر میزنند ** پر و بال نازنینش میکنند 1135
- Padişahtan ayrı düşmesi şöyle dursun, baykuşlar, başına vurmağa, güzelim kanatlarını yolmaya başladılar.
-
ولوله افتاد در جغدان که ها ** باز آمد تا بگیرد جای ما
- Baykuşlar arasına “Kendinize gelin; doğan yerinizi, yurdunuzu almaya geldi” diye bir velveledir düştü.
-
چون سگان کوی پر خشم و مهیب ** اندر افتادند در دلق غریب
- Mahalle köpekleri gibi hepsi de kızgın, korkunç bir halde garip doğanın başına üşüşüp hırkasını çekiştirmeye başladılar.
-
باز گوید من چه در خوردم به جغد ** صد چنین ویران فدا کردم به جغد
- Doğan, “Ben baykuşlara lâyık mıyım? Baykuşlara bunun gibi yüzlerce virane bağışladım.
-
من نخواهم بود اینجا میروم ** سوی شاهنشاه راجع میشوم
- Ben burada kalmak istemem, padişaha dönmek isterim.