-
در ضعیفی تو مرا بابیل گیر ** هر یکی خصم مرا چون پیل گیر
- Tut ki zayıflıkta Ebabilim, tut ki düşmanlarımın her biri bir fildir.
-
قدر فندق افکنم بندق حریق ** بندقم در فعل صد چون منجنیق
- Bir fındık kadar, fakat yakıcı kurşun atarım; kurşunum, yüzlerce mancınık derecesinde tesir eder.
-
موسی آمد در وغا با یک عصاش ** زد بر آن فرعون و بر شمشیرهاش 350
- Musa, savaşa bir tek sopasıyla gitti ama o sopayla Firavunu da, kılıçlarını da kırdı geçirdi.
-
هر رسولی یک تنه کان در زده ست ** بر همه آفاق تنها بر زده ست
- Her peygamber, o kapıyı yalnızca döğmüş, bütün dünyaya tek başına saldırmıştır.
-
نوح چون شمشیر در خواهید ازو ** موج طوفان گشت از او شمشیر خو
- Nuh, ondan kılıç isteyince Tufan dalgası, Allah kudretiyle kılıç kesilmiştir.
-
احمدا خود کیست اسپاه زمین ** ماه بین بر چرخ و بشکافش جبین
- Ey Ahmet, yeryüzünün askeri kim oluyor ki? Aya bak, ayın bile alnını yar!
-
تا بداند سعد و نحس بیخبر ** دور تست این دور نه دور قمر
- Bu suretle yıldızların yomlu, yomsuz olduğuna inanan bihaberler, bu devrin senin devrin olduğunu, kamerin devri olmadığını anlasınlar.
-
دور تست ایرا که موسای کلیم ** آرزو میبرد زین دورت مقیم 355
- Bu devir, senin devrindir. Çünkü Kelîm olan Musa bile daima senin zamanını arzuladı.
-
چون که موسی رونق دور تو دید ** کاندر او صبح تجلی میدمید
- Musa, senin devrinin parlaklığını, o devirdeki tecelli sabahının zuhurunu gördü de;
-
گفت یا رب آن چه دور رحمت است ** بر گذشت از رحمت آن جا رویت است
- “ Yarabbi, o ne rahmet devri... O devir, rahmetten de ileri... O devirde rüyet var.
-
غوطه ده موسای خود را در بحار ** از میان دورهی احمد بر آر
- Musa’nı denizlere daldır da Ahmet’in devrinde izhar et’’ dedi.
-
گفت یا موسی بدان بنمودمت ** راه آن خلوت بدان بگشودمت
- Allah dedi ki : “ Sana o devri onun için gösterdim, o halvetin yolunu onun için açtım”
-
که تو ز آن دوری درین دور ای کلیم ** پا بکش زیرا دراز است این گلیم 360
- Ey Kelîm, sen o devirden uzaksın; ayağını çek, çünkü bu iklim uzundur.
-
من کریمم نان نمایم بنده را ** تا بگریاند طمع آن زنده را
- Ben kerem sahibiyim. Tamaha düşüp ağlasın diye mahlûka ekmek gösteririm.
-
بینی طفلی بمالد مادری ** تا شود بیدار واجوید خوری
- Ana, çocuk uyansın da gıdasını istesin diye çocuğun burnunu ovar.
-
کاو گرسنه خفته باشد بیخبر ** و آن دو پستان میخلد زو مهر در
- Çünkü çocuğun, açlığından haberi olmaz, uyuyakalır. Fakat süt muhabbeti, ananın iki memesini de ağrıtmaya başlar.
-
کنت کنزا رحمة مخفیة ** فابتعثت أمة مهدیة
- “Ben gizli rahmet olan bir hazineydim, hidayete erişmiş bir ümmet gönderdim.”
-
هر کراماتی که میجویی به جان ** او نمودت تا طمع کردی در آن 365
- Can ve gönülle dilediğim bütün keremleri sana Allah gösterdi de sen onlara tamah ettin.
-
چند بت بشکست احمد در جهان ** تا که یا رب گوی گشتند امتان
- Ahmet, ümmetler “ Yarab” desinler diye dünyada nice put kırdı.
-
گر نبودی کوشش احمد تو هم ** میپرستیدی چو اجدادت صنم
- Ahmet’in çalışması olmasaydı sen de ataların gibi puta tapardın.
-
این سرت وارست از سجدهی صنم ** تا بدانی حق او را بر امم
- Ahmet’in ümmetler üzerindeki hakkını bil, başın puta secde etmekten, bunu bilesin diye kurtuldu.
-
گر بگویی شکر این رستن بگو ** کز بت باطن همت برهاند او
- Söylersen bu puta tapmadan kurtulmanın şükrünü söyle de Allah, seni bâtın putundan da kurtarsın.
-
مر سرت را چون رهانید از بتان ** هم بدان قوت تو دل را وارهان 370
- O, nasıl, başını putlardan kurtardıysa sende o kuvvetle gönlünü kurtar.
-
سر ز شکر دین از آن بر تافتی ** کز پدر میراث مفتاش یافتی
- Dini babadan bedava bir miras olarak buldun da onun için başını şükretmeden çevirdin.
-
مرد میراثی چه داند قدر مال ** رستمی جان کند و مجان یافت زال
- Miras yedi, mal kadrini ne bilsin? Rüstem can verdi, Zâl bedava şeref kazandı!
-
چون بگریانم بجوشد رحمتم ** آن خروشنده بنوشد نعمتم
- Ben, birisini ağlatırsam rahmetim coşar; ağlayıp taşanda nimetime erişir.
-
گر نخواهم داد خود ننمایمش ** چونش کردم بسته دل بگشایمش
- Birisine bir şeyi vermek istemezsem o isteği göstermem. Fakat gönlünü kapattım mı artık açmam.
-
رحمتم موقوف آن خوش گریههاست ** چون گریست از بحر رحمت موج خاست 375
- Rahmetim, o ağlamalara bağlıdır. Kul ağladı mı rahmet denizi, kabarmaya, dalgalanmaya başlar.
-
حلوا خریدن شیخ احمد خضرویه قدس الله سره العزیز جهت غریمان به الهام حق
- Allah, aziz sırrını takdis etsin, şeyh Ahmed-i Hıdraveyh’in Allah ilhamıyla borçlular için helva satması
-
بود شیخی دایما او وامدار ** از جوانمردی که بود آن نامدار
- Bir şeyh vardı. Cömertlikle anılmıştı, o yüzden de daima borçluydu.
-
ده هزاران وام کردی از مهان ** خرج کردی بر فقیران جهان
- Büyüklerden on binlerce lira borç almış, âlemdeki yoksullara harcetmişti.
-
هم به وام او خانقاهی ساخته ** جان و مال و خانقه درباخته
- Borçlu bir de tekke kurmuş, canını da, malını da, tekkesini de Allah uğruna feda etmişti.
-
وام او را حق ز هر جا میگزارد ** کرد حق بهر خلیل از ریگ آرد
- Allah, Halil’e nasıl kumu un etmişse onun da borcunu her taraftan öderdi.
-
گفت پیغمبر که در بازارها ** دو فرشته میکنند ایدر دعا 380
- Peygamber dedi ki: “Pazarlarda iki melek daima dua eder.
-
کای خدا تو منفقان را ده خلف ** ای خدا تو ممسکان را ده تلف
- Ey Allah, sen verenlere, ihsan edenlere fazlasıyla ver; nekes malını da telef et!
-
خاصه آن منفق که جان انفاق کرد ** حلق خود قربانی خلاق کرد
- Bilhassa canını bağışlayan, kendisini Allah’a kurban eden,
-
حلق پیش آورد اسماعیلوار ** کارد بر حلقش نیارد کرد کار
- İsmail gibi boynunu veren kişiye fazlasıyla ver! “Hiç o boyna bıçak işler mi?
-
پس شهیدان زنده زین رویند و خوش ** تو بدان قالب بمنگر گبروش
- Şehirler de bu yüzden diridirler, bu yüzden zevk ve safa içindedirler. Sen kâfir gibi yalnız kalıba bakma!
-
چون خلف دادستشان جان بقا ** جان ایمن از غم و رنج و شقا 385
- Çünkü Allah, onlara karşılık olarak ebedi ve gamdan, mihnetten, kötülükten emin bir can vermiştir.
-
شیخ وامی سالها این کار کرد ** میستد میداد همچون پای مرد
- Borçlu Şeyh, yıllarca bu işte bulundu, vazifesi buymuş gibi halktan borç almakta, halka vermekteydi.
-
تخمها میکاشت تا روز اجل ** تا بود روز اجل میر اجل
- Ölüm gününde ulu bir bey olmak için ölümüne kadar bu çeşit tohumlar ekmekteydi.
-
چون که عمر شیخ در آخر رسید ** در وجود خود نشان مرگ دید
- Şeyh’in ömrü sona erip de vücudunda ölüm alâmetlerini görünce,
-
وامداران گرد او بنشسته جمع ** شیخ بر خود خوش گدازان همچو شمع
- Borçlular etrafına toplandı. Şeyh, mum gibi kendi kendisine eriyip gidiyordu.
-
وامداران گشته نومید و ترش ** درد دلها یار شد با درد شش 390
- Borçluların ümidi kesildi, suratları ekşidi, dertlerine dert katıldı.
-
شیخ گفت این بد گمانان را نگر ** نیست حق را چار صد دینار زر
- Şeyh, ”Şu kötü şüpheye düşenlere bak! Allah’ın dört yüz dinar altını yok mu ki?” dedi.
-
کودکی حلوا ز بیرون بانگ زد ** لاف حلوا بر امید دانگ زد
- Bu sırada dışardan bir çocuk, birkaç para kazanmak ümidiyle “Helva” diye bağırdı.
-
شیخ اشارت کرد خادم را به سر ** که برو آن جمله حلوا را بخر
- Şeyh, hizmetçiye, ”Git helvanın hepsini al,
-
تا غریمان چون که آن حلوا خورند ** یک زمانی تلخ در من ننگرند
- Borçlular yesinler de bir müddetçik olsun bana acı acı bakmasınlar” diye başıyla işaret etti.
-
در زمان خادم برون آمد به در ** تا خرد او جمله حلوا ز ان پسر 395
- Hizmetçi, helvanın hepsini almak üzere hemen dışarı çıktı.
-
گفت او را جملهی حلوا به چند ** گفت کودک نیم دیناری و اند
- Helvacıya ,”Bu helvanın hepsi kaça?” diye sordu. Çocuk “Yarım küsur dinar” dedi.
-
گفت نه از صوفیان افزون مجو ** نیم دینارت دهم دیگر مگو
- Hizmetçi,”Yoo, Sofilerden çok isteme. Sana yarım dinar veriyorum artık söylenme!” dedi.