English    Türkçe    فارسی   

2
350-399

  • موسی آمد در وغا با یک عصاش ** زد بر آن فرعون و بر شمشیرهاش‏ 350
  • Musa, savaşa bir tek sopasıyla gitti ama o sopayla Firavunu da, kılıçlarını da kırdı geçirdi.
  • هر رسولی یک تنه کان در زده ست ** بر همه آفاق تنها بر زده ست‏
  • Her peygamber, o kapıyı yalnızca döğmüş, bütün dünyaya tek başına saldırmıştır.
  • نوح چون شمشیر در خواهید ازو ** موج طوفان گشت از او شمشیر خو
  • Nuh, ondan kılıç isteyince Tufan dalgası, Allah kudretiyle kılıç kesilmiştir.
  • احمدا خود کیست اسپاه زمین ** ماه بین بر چرخ و بشکافش جبین‏
  • Ey Ahmet, yeryüzünün askeri kim oluyor ki? Aya bak, ayın bile alnını yar!
  • تا بداند سعد و نحس بی‏خبر ** دور تست این دور نه دور قمر
  • Bu suretle yıldızların yomlu, yomsuz olduğuna inanan bihaberler, bu devrin senin devrin olduğunu, kamerin devri olmadığını anlasınlar.
  • دور تست ایرا که موسای کلیم ** آرزو می‏برد زین دورت مقیم‏ 355
  • Bu devir, senin devrindir. Çünkü Kelîm olan Musa bile daima senin zamanını arzuladı.
  • چون که موسی رونق دور تو دید ** کاندر او صبح تجلی می‏دمید
  • Musa, senin devrinin parlaklığını, o devirdeki tecelli sabahının zuhurunu gördü de;
  • گفت یا رب آن چه دور رحمت است ** بر گذشت از رحمت آن جا رویت است‏
  • “ Yarabbi, o ne rahmet devri... O devir, rahmetten de ileri... O devirde rüyet var.
  • غوطه ده موسای خود را در بحار ** از میان دوره‏ی احمد بر آر
  • Musa’nı denizlere daldır da Ahmet’in devrinde izhar et’’ dedi.
  • گفت یا موسی بدان بنمودمت ** راه آن خلوت بدان بگشودمت‏
  • Allah dedi ki : “ Sana o devri onun için gösterdim, o halvetin yolunu onun için açtım”
  • که تو ز آن دوری درین دور ای کلیم ** پا بکش زیرا دراز است این گلیم‏ 360
  • Ey Kelîm, sen o devirden uzaksın; ayağını çek, çünkü bu iklim uzundur.
  • من کریمم نان نمایم بنده را ** تا بگریاند طمع آن زنده را
  • Ben kerem sahibiyim. Tamaha düşüp ağlasın diye mahlûka ekmek gösteririm.
  • بینی طفلی بمالد مادری ** تا شود بیدار واجوید خوری‏
  • Ana, çocuk uyansın da gıdasını istesin diye çocuğun burnunu ovar.
  • کاو گرسنه خفته باشد بی‏خبر ** و آن دو پستان می‏خلد زو مهر در
  • Çünkü çocuğun, açlığından haberi olmaz, uyuyakalır. Fakat süt muhabbeti, ananın iki memesini de ağrıtmaya başlar.
  • کنت کنزا رحمة مخفیة ** فابتعثت أمة مهدیة
  • “Ben gizli rahmet olan bir hazineydim, hidayete erişmiş bir ümmet gönderdim.”
  • هر کراماتی که می‏جویی به جان ** او نمودت تا طمع کردی در آن‏ 365
  • Can ve gönülle dilediğim bütün keremleri sana Allah gösterdi de sen onlara tamah ettin.
  • چند بت بشکست احمد در جهان ** تا که یا رب گوی گشتند امتان‏
  • Ahmet, ümmetler “ Yarab” desinler diye dünyada nice put kırdı.
  • گر نبودی کوشش احمد تو هم ** می‏پرستیدی چو اجدادت صنم‏
  • Ahmet’in çalışması olmasaydı sen de ataların gibi puta tapardın.
  • این سرت وارست از سجده‏ی صنم ** تا بدانی حق او را بر امم‏
  • Ahmet’in ümmetler üzerindeki hakkını bil, başın puta secde etmekten, bunu bilesin diye kurtuldu.
  • گر بگویی شکر این رستن بگو ** کز بت باطن همت برهاند او
  • Söylersen bu puta tapmadan kurtulmanın şükrünü söyle de Allah, seni bâtın putundan da kurtarsın.
  • مر سرت را چون رهانید از بتان ** هم بدان قوت تو دل را وارهان‏ 370
  • O, nasıl, başını putlardan kurtardıysa sende o kuvvetle gönlünü kurtar.
  • سر ز شکر دین از آن بر تافتی ** کز پدر میراث مفت‏اش یافتی‏
  • Dini babadan bedava bir miras olarak buldun da onun için başını şükretmeden çevirdin.
  • مرد میراثی چه داند قدر مال ** رستمی جان کند و مجان یافت زال‏
  • Miras yedi, mal kadrini ne bilsin? Rüstem can verdi, Zâl bedava şeref kazandı!
  • چون بگریانم بجوشد رحمتم ** آن خروشنده بنوشد نعمتم‏
  • Ben, birisini ağlatırsam rahmetim coşar; ağlayıp taşanda nimetime erişir.
  • گر نخواهم داد خود ننمایمش ** چونش کردم بسته دل بگشایمش‏
  • Birisine bir şeyi vermek istemezsem o isteği göstermem. Fakat gönlünü kapattım mı artık açmam.
  • رحمتم موقوف آن خوش گریه‏هاست ** چون گریست از بحر رحمت موج خاست‏ 375
  • Rahmetim, o ağlamalara bağlıdır. Kul ağladı mı rahmet denizi, kabarmaya, dalgalanmaya başlar.
  • حلوا خریدن شیخ احمد خضرویه قدس الله سره العزیز جهت غریمان به الهام حق
  • Allah, aziz sırrını takdis etsin, şeyh Ahmed-i Hıdraveyh’in Allah ilhamıyla borçlular için helva satması
  • بود شیخی دایما او وامدار ** از جوانمردی که بود آن نامدار
  • Bir şeyh vardı. Cömertlikle anılmıştı, o yüzden de daima borçluydu.
  • ده هزاران وام کردی از مهان ** خرج کردی بر فقیران جهان‏
  • Büyüklerden on binlerce lira borç almış, âlemdeki yoksullara harcetmişti.
  • هم به وام او خانقاهی ساخته ** جان و مال و خانقه درباخته‏
  • Borçlu bir de tekke kurmuş, canını da, malını da, tekkesini de Allah uğruna feda etmişti.
  • وام او را حق ز هر جا می‏گزارد ** کرد حق بهر خلیل از ریگ آرد
  • Allah, Halil’e nasıl kumu un etmişse onun da borcunu her taraftan öderdi.
  • گفت پیغمبر که در بازارها ** دو فرشته می‏کنند ایدر دعا 380
  • Peygamber dedi ki: “Pazarlarda iki melek daima dua eder.
  • کای خدا تو منفقان را ده خلف ** ای خدا تو ممسکان را ده تلف‏
  • Ey Allah, sen verenlere, ihsan edenlere fazlasıyla ver; nekes malını da telef et!
  • خاصه آن منفق که جان انفاق کرد ** حلق خود قربانی خلاق کرد
  • Bilhassa canını bağışlayan, kendisini Allah’a kurban eden,
  • حلق پیش آورد اسماعیل‏وار ** کارد بر حلقش نیارد کرد کار
  • İsmail gibi boynunu veren kişiye fazlasıyla ver! “Hiç o boyna bıçak işler mi?
  • پس شهیدان زنده زین رویند و خوش ** تو بدان قالب بمنگر گبروش‏
  • Şehirler de bu yüzden diridirler, bu yüzden zevk ve safa içindedirler. Sen kâfir gibi yalnız kalıba bakma!
  • چون خلف دادستشان جان بقا ** جان ایمن از غم و رنج و شقا 385
  • Çünkü Allah, onlara karşılık olarak ebedi ve gamdan, mihnetten, kötülükten emin bir can vermiştir.
  • شیخ وامی سالها این کار کرد ** می‏ستد می‏داد همچون پای مرد
  • Borçlu Şeyh, yıllarca bu işte bulundu, vazifesi buymuş gibi halktan borç almakta, halka vermekteydi.
  • تخمها می‏کاشت تا روز اجل ** تا بود روز اجل میر اجل‏
  • Ölüm gününde ulu bir bey olmak için ölümüne kadar bu çeşit tohumlar ekmekteydi.
  • چون که عمر شیخ در آخر رسید ** در وجود خود نشان مرگ دید
  • Şeyh’in ömrü sona erip de vücudunda ölüm alâmetlerini görünce,
  • وامداران گرد او بنشسته جمع ** شیخ بر خود خوش گدازان همچو شمع‏
  • Borçlular etrafına toplandı. Şeyh, mum gibi kendi kendisine eriyip gidiyordu.
  • وامداران گشته نومید و ترش ** درد دلها یار شد با درد شش‏ 390
  • Borçluların ümidi kesildi, suratları ekşidi, dertlerine dert katıldı.
  • شیخ گفت این بد گمانان را نگر ** نیست حق را چار صد دینار زر
  • Şeyh, ”Şu kötü şüpheye düşenlere bak! Allah’ın dört yüz dinar altını yok mu ki?” dedi.
  • کودکی حلوا ز بیرون بانگ زد ** لاف حلوا بر امید دانگ زد
  • Bu sırada dışardan bir çocuk, birkaç para kazanmak ümidiyle “Helva” diye bağırdı.
  • شیخ اشارت کرد خادم را به سر ** که برو آن جمله حلوا را بخر
  • Şeyh, hizmetçiye, ”Git helvanın hepsini al,
  • تا غریمان چون که آن حلوا خورند ** یک زمانی تلخ در من ننگرند
  • Borçlular yesinler de bir müddetçik olsun bana acı acı bakmasınlar” diye başıyla işaret etti.
  • در زمان خادم برون آمد به در ** تا خرد او جمله حلوا ز ان پسر 395
  • Hizmetçi, helvanın hepsini almak üzere hemen dışarı çıktı.
  • گفت او را جمله‏ی حلوا به چند ** گفت کودک نیم دیناری و اند
  • Helvacıya ,”Bu helvanın hepsi kaça?” diye sordu. Çocuk “Yarım küsur dinar” dedi.
  • گفت نه از صوفیان افزون مجو ** نیم دینارت دهم دیگر مگو
  • Hizmetçi,”Yoo, Sofilerden çok isteme. Sana yarım dinar veriyorum artık söylenme!” dedi.
  • او طبق بنهاد اندر پیش شیخ ** تو ببین اسرار سر اندیش شیخ‏
  • Helvayı bir tabağa koydurdu ve tabağı getirip Şeyh’in önüne koydu. Sır sahibi Şeyh’in esrarına bak!
  • کرد اشارت با غریمان کین نوال ** نک تبرک خوش خورید این را حلال‏
  • Borçlulara ,”Buyurun, şu mübarek helvayı helâlinden bir güzelce yiyin” iye işaret etti.