-
از نزاع ترک و رومی و عرب ** حل نشد اشکال انگور و عنب
- Türk, Rum ve Arabın kavgasından engûr ve inep şüphelerine düşmekten başka bir şey çıkmaz.
-
تا سلیمان لسین معنوی ** در نیاید بر نخیزد این دوی
- Manevi dilleri bilen Süleyman gelmedikçe bu ikilik kalkmaz.
-
جمله مرغان منازع بازوار ** بشنوید این طبل باز شهریار
- Kavgacı kuşlar, hepiniz doğan gibi şehriyarın şu davulunu duyun!
-
ز اختلاف خویش سوی اتحاد ** هین ز هر جانب روان گردید شاد
- Aranızdaki ihtilâfı bırakın da ruhunuzu her yandan şâdedin.
-
حیث ما کنتم فولوا وجهکم ** نحوه هذا الذی لم ینهکم 3745
- Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa dönün. O Süleyman, sizi kendine teveccühten men etmedi ki.
-
کور مرغانیم و بس ناساختیم ** کان سلیمان را دمی نشناختیم
- Fakat kör kuşlarız, terbiyeden hayli uzağız. O Süleyman’ı bir an bile tanımadık gitti!
-
همچو جغدان دشمن بازان شدیم ** لاجرم واماندهی ویران شدیم
- Baykuşlar gibi doğanlara düşmanız, hulâsa viranelerde kalmışız.
-
میکنیم از غایت جهل و عما ** قصد آزار عزیزان خدا
- Bilgisizliğimiz, körlüğümüz son derecede. Bu yüzden de Allah azizlerini incitmeye kastediyoruz.
-
جمع مرغان کز سلیمان روشنند ** پر و بال بیگنه کی بر کنند
- Süleyman’dan aydınlanan kuşlar, nasıl olur da suçsuz, sebepsiz bir kuşun kanadını yolarlar?
-
بلکه سوی عاجزان چینه کشند ** بیخلاف و کینه آن مرغان خوشند 3750
- Kanadını yolmak şöyle dursun, onlar, âcizlere yem verirler. O kuşlarda aykırılık ve kin yoktur. Hoş kuştur onlar, hoş kuş!
-
هدهد ایشان پی تقدیس را ** میگشاید راه صد بلقیس را
- Onların hüthüteleri kutlulamak üzere yüzlerce Belkıs’ın yolunu açar;
-
زاغ ایشان گر به صورت زاغ بود ** باز همت آمد و ما زاغ بود
- Kargaları surette kargadır, hakikatte himmet doğanı “Mâzâga” sırrına mazhardır onlar.
-
لکلک ایشان که لک لک میزند ** آتش توحید در شک میزند
- Leylekleri “lek, lek” der ama şüpheye birlik ateşini salar;
-
و آن کبوترشان ز بازان نشکهد ** باز سر پیش کبوترشان نهد
- Güvercinleri, doğanlardan korkmaz. Hatta doğan, o güvercinlerin önünde baş kor.
-
بلبل ایشان که حالت آرد او ** در درون خویش گلشن دارد او 3755
- Bülbülleri, insana vecit ve halet verir; gülistanları, kendi gönüllerindedir.
-
طوطی ایشان ز قند آزاد بود ** کز درون قند ابد رویش نمود
- Duduları, şeker kaydında değildir. Ebedî şekeri, kendi içlerinde bulurlar.
-
پای طاوسان ایشان در نظر ** بهتر از طاوس پران دگر
- Tavusların ayakları bile, bakılsa, öbür tavusların kanatlarından daha güzel görünür.
-
منطق الطیران خاقانی صداست ** منطق الطیر سلیمانی کجاست
- Hakan kuşlarının kuru bir sesten ibaret kuşdilleri nerede, Süleyman kuşlarının söyledikleri kuşdili nerede?
-
تو چه دانی بانگ مرغان را همی ** چون ندیدهستی سلیمان را دمی
- Sen ne bilirsin kuşların seslerini? Bir an olsun Süleyman’ı görmedin ki!
-
پر آن مرغی که بانگش مطرب است ** از برون مشرق است و مغرب است 3760
- İnsana sesi neşe veren o kuşun kanadı meşrıktan da hariç, mağripten de.
-
هر یک آهنگش ز کرسی تاثری است ** وز ثری تا عرش در کر و فری است
- Her ahengi, Kürsi’den ta yere kadar bütün âlemi doldurur. Azameti yeryüzünden Arşa kadar bütün cihanı istilâ eder.
-
مرغ کاو بیاین سلیمان میرود ** عاشق ظلمت چو خفاشی بود
- Bu Süleyman’a uymayan kuş, karanlığa âşıktır. Yarasaya benzer.
-
با سلیمان خو کن ای خفاش رد ** تا که در ظلمت نمانی تا ابد
- Ey kötü yarasa, Süleyman’a alış da ebediyen zulmette kalma.
-
یک گزی ره که بدان سو میروی ** همچو گز قطب مساحت میشوی
- Oraya doğru bir arşın gitsen arşın gibi ölçü kutbu kesilir, her tarafı ölçer biçersin.
-
و انکه لنگ و لوک آن سو میجهی ** از همه لنگی و لوکی میرهی 3765
- Irgalaya bocalaya topal, topal bile olsa o tarafa sıçradın mı topallıktan da kurtulursun, sakatlıktan da!
-
قصهی بط بچگان که مرغ خانگی پروردشان
- Tavuktan çıkan kaz palazları
-
تخم بطی گر چه مرغ خانهات ** کرد زیر پر چو دایه تربیت
- Seni tavuk yetiştirdi, kanadının altında büyüttü. Sana dadılık etti ama sen yine kaz palazısın.
-
مادر تو بط آن دریا بدهست ** دایهات خاکی بد و خشکی پرست
- Anan o denizin kazıdır. Ancak dadın toprağa mensuptu, dadın bu kuruluğa tapardı.
-
میل دریا که دل تو اندر است ** آن طبیعت جانت را از مادر است
- Gönlündeki denize olan meyil yok mu... O tabiat, sana anandan mirastır.
-
میل خشکی مر ترا زین دایه است ** دایه را بگذار کاو بد رایه است
- Fakat kuruluğa olan meylin de dadından geçme. Bırak dadıyı, onun reyi kötü, isabetsiz!
-
دایه را بگذار در خشک و بران ** اندر آن در بحر معنی چون بطان 3770
- Dadıyı karada bırak, yürü, kazlar gibi mana denizine koş, dal denize!
-
گر ترا مادر بترساند ز آب ** تو مترس و سوی دریا ران شتاب
- Anan seni sudan korkutursa sakın sen korkma, hemen denize koş!
-
تو بطی بر خشک و بر تر زندهای ** نی چو مرغ خانه خانه کندهای
- Sen kazsın, karada da yaşarsın, denizde de. Kümes hayvanları gibi kokuşuk kümesli bir hayvan değilsin ya.
-
تو ز کرمنا بنی آدم شهی ** هم به خشکی هم به دریا پا نهی
- Sen “Kerremnâ” hükmünce bir padişahsın ki hem karaya ayak atabilirsin, hem denize!
-
که حملناهم علی البحری به جان ** از حملناهم علی البر پیش ران
- “Ve hamelnâhüm fil berri vel bahri” hükmüne mazharsın. Canını karadan kurtar, denize yürüt!
-
مر ملایک را سوی بر راه نیست ** جنس حیوان هم ز بحر آگاه نیست 3775
- Melekler için karaya yol yoktur. Hayvanların da denizden haberleri yok.
-
تو به تن حیوان به جانی از ملک ** تا روی هم بر زمین هم بر فلک
- Sen, ten itibarıyla hayvansın, can bakımından melek. Bu suretle hem yerde yürürsün, hem gökte.
-
تا به ظاهر مثلکم باشد بشر ** با دل یوحی إلیه دیدهور
- Bu suretle, ben de zahiren sizin gibi insanım ama hakikatte gönlüm, vahye kabiliyetli.
-
قالب خاکی فتاده بر زمین ** روح آن گردان بر این چرخ برین
- Bu toprağa mensup kalıp, yer üstüne düşmüş ama bu çeşit adamın ruhu, o güzelim gökte çark urup durmakta.
-
ما همه مرغابیانیم ای غلام ** بحر میداند زبان ما تمام
- Yavrum, biz umumiyetle su kuşlarıyız, dilimizden de ancak deniz anlar.
-
پس سلیمان بحر آمد ما چو طیر ** در سلیمان تا ابد داریم سیر 3780
- Hulasâ Süleyman denizdir, biz kuşlara benzeriz. Ebede kadar Süleyman’da seyredip duruyoruz.
-
با سلیمان پای در دریا بنه ** تا چو داود آب سازد صد زره
- Süleyman’la gel, ayağını denize bas ki su, Davud’a olduğu gibi sana da yüzlerce zırh yapsın.
-
آن سلیمان پیش جمله حاضر است ** لیک غیرت چشم بند و ساحر است
- O Süleyman, meydanda, herkesin gözü önünde. Fakat haset kıskançlık göz bağıcı ve büyücü.
-
تا ز جهل و خوابناکی و فضول ** او به پیش ما و ما از وی ملول
- O bizim önümüzde... Bizse cahillikten, uykudan, herzevekillikten onu görmemekte, ondan meyus olmaktayız.
-
تشنه را درد سر آرد بانگ رعد ** چون نداند کاو کشاند ابر سعد
- Gök gürlemesi, susuzun başını ağrıtır. Bilmez ki kutlu bulutlardan rahmet yağdıracak!
-
چشم او مانده است در جوی روان ** بیخبر از ذوق آب آسمان 3785
- Onun gözü akarsuda… Gökten yağan rahmet suyunun zevkinden haberi bile yok!
-
مرکب همت سوی اسباب راند ** از مسبب لاجرم محجوب ماند
- Himmet atını sebebe doğru sürdü de bu yüzden müsebbipten mahrum kaldı.
-
آن که بیند او مسبب را عیان ** کی نهد دل بر سببهای جهان
- Fakat müsebbibi apaçık gören cihan sebeplerine gönül kor mu?
-
حیران شدن حاجیان در کرامات آن زاهد که در بادیه تنهاش یافتند
- Hacıların, çölde tek ve tenha ibadet eden bir zahidin kerametine hayran olmaları
-
زاهدی بد در میان بادیه ** در عبادت غرق چون عبادیه
- Çöl ortasın da bir zahit vardı. Abbadiye kabilelerine mensup olanlar gibi ibadete de dalmış, kendisinden geçmişti.
-
حاجیان آن جا رسیدند از بلاد ** دیدهشان بر زاهد خشک اوفتاد
- Hacılar civar şehirlerden gelip oraya ulaştılar, o kupkuru yerde bir zâhit gördüler.
-
جای زاهد خشک بود او تر مزاج ** از سموم بادیه بودش علاج 3790
- Zahidin yeri kaskatıydı. Fakat kendisinin mizacı yumuşak. Çölün samyeli, âdeta ona ilâç kesilmişti.