English    Türkçe    فارسی   

2
3775-3810

  • مر ملایک را سوی بر راه نیست ** جنس حیوان هم ز بحر آگاه نیست‏ 3775
  • Melekler için karaya yol yoktur. Hayvanların da denizden haberleri yok.
  • تو به تن حیوان به جانی از ملک ** تا روی هم بر زمین هم بر فلک‏
  • Sen, ten itibarıyla hayvansın, can bakımından melek. Bu suretle hem yerde yürürsün, hem gökte.
  • تا به ظاهر مثلکم باشد بشر ** با دل یوحی إلیه دیده‏ور
  • Bu suretle, ben de zahiren sizin gibi insanım ama hakikatte gönlüm, vahye kabiliyetli.
  • قالب خاکی فتاده بر زمین ** روح آن گردان بر این چرخ برین‏
  • Bu toprağa mensup kalıp, yer üstüne düşmüş ama bu çeşit adamın ruhu, o güzelim gökte çark urup durmakta.
  • ما همه مرغابیانیم ای غلام ** بحر می‏داند زبان ما تمام‏
  • Yavrum, biz umumiyetle su kuşlarıyız, dilimizden de ancak deniz anlar.
  • پس سلیمان بحر آمد ما چو طیر ** در سلیمان تا ابد داریم سیر 3780
  • Hulasâ Süleyman denizdir, biz kuşlara benzeriz. Ebede kadar Süleyman’da seyredip duruyoruz.
  • با سلیمان پای در دریا بنه ** تا چو داود آب سازد صد زره‏
  • Süleyman’la gel, ayağını denize bas ki su, Davud’a olduğu gibi sana da yüzlerce zırh yapsın.
  • آن سلیمان پیش جمله حاضر است ** لیک غیرت چشم بند و ساحر است‏
  • O Süleyman, meydanda, herkesin gözü önünde. Fakat haset kıskançlık göz bağıcı ve büyücü.
  • تا ز جهل و خوابناکی و فضول ** او به پیش ما و ما از وی ملول‏
  • O bizim önümüzde... Bizse cahillikten, uykudan, herzevekillikten onu görmemekte, ondan meyus olmaktayız.
  • تشنه را درد سر آرد بانگ رعد ** چون نداند کاو کشاند ابر سعد
  • Gök gürlemesi, susuzun başını ağrıtır. Bilmez ki kutlu bulutlardan rahmet yağdıracak!
  • چشم او مانده است در جوی روان ** بی‏خبر از ذوق آب آسمان‏ 3785
  • Onun gözü akarsuda… Gökten yağan rahmet suyunun zevkinden haberi bile yok!
  • مرکب همت سوی اسباب راند ** از مسبب لاجرم محجوب ماند
  • Himmet atını sebebe doğru sürdü de bu yüzden müsebbipten mahrum kaldı.
  • آن که بیند او مسبب را عیان ** کی نهد دل بر سببهای جهان‏
  • Fakat müsebbibi apaçık gören cihan sebeplerine gönül kor mu?
  • حیران شدن حاجیان در کرامات آن زاهد که در بادیه تنهاش یافتند
  • Hacıların, çölde tek ve tenha ibadet eden bir zahidin kerametine hayran olmaları
  • زاهدی بد در میان بادیه ** در عبادت غرق چون عبادیه‏
  • Çöl ortasın da bir zahit vardı. Abbadiye kabilelerine mensup olanlar gibi ibadete de dalmış, kendisinden geçmişti.
  • حاجیان آن جا رسیدند از بلاد ** دیده‏شان بر زاهد خشک اوفتاد
  • Hacılar civar şehirlerden gelip oraya ulaştılar, o kupkuru yerde bir zâhit gördüler.
  • جای زاهد خشک بود او تر مزاج ** از سموم بادیه بودش علاج‏ 3790
  • Zahidin yeri kaskatıydı. Fakat kendisinin mizacı yumuşak. Çölün samyeli, âdeta ona ilâç kesilmişti.
  • حاجیان حیران شدند از وحدتش ** و آن سلامت در میان آفتش‏
  • Hacılar, onun yalnızlığına, o afetler içinde selâmette oluşuna şaştılar.
  • در نماز استاده بد بر روی ریگ ** ریگ کز تفش بجوشد آب دیگ‏
  • Kum üstünde namaza durmuştu. Kum, öyle bir kumdu ki hararetinden tenceredeki su bile kaynar, coşardı.
  • گفتیی سر مست در سبزه و گل است ** یا سواره بر براق و دلدل است‏
  • Hâlbuki dersin ki o, sanki bir yeşillikte bir gülistanda yahut Burak’a, Düldüle binmiş!
  • یا که پایش بر حریر و حله‏هاست ** یا سموم او را به از باد صباست‏
  • Yahut da ayağının altında ipekli örtüler, kumaşlar var samyeli ona sabah rüzgârından daha hoş!
  • پس بماندند آن جماعت با نیاز ** تا شود درویش فارغ از نماز 3795
  • O namaz kılarken hacılar beklediler. Zahit, uzun bir fikre dalmış, kendisinden geçmişti.
  • چون ز استغراق باز آمد فقیر ** ز آن جماعت زنده‏ای روشن ضمیر
  • Neden sonra istiğraktan ayıldı, kendisine geldi. Hacıların içinde gönül gözü açık birisi,
  • دید کابش می‏چکید از دست و رو ** جامه‏اش تر بود از آثار وضو
  • Gördü ki, zahidin elinden, yüzünden sular damlamakta, elbisesi aptes suyundan ıslak.
  • پس بپرسیدش که آبت از کجاست ** دست را برداشت کز سوی شماست‏
  • “Bu su nereden?” diye sordu. Zahit, elini kaldırıp “Gökten” diye cevap verdi.
  • گفت هر گاهی که خواهی می‏رسد ** بی‏ز جاه و بی‏ز حبل من مسد
  • Adam, “ Kuyu” ip yokken ne vakit istesen su bulabilir misin? Hemen yağmur yağar mı?
  • مشکل ما حل کن ای سلطان دین ** تا ببخشد حال تو ما را یقین‏ 3800
  • Ey din sultanı, müşkülümüzü halleder hallet de yakına erelim.
  • وانما سری ز اسرارت به ما ** تا ببریم از میان زنارها
  • Sırlarından bir sırrı bize de göster de bellerimizden zünnarları kesip atalım” dedi.
  • چشم را بگشود سوی آسمان ** که اجابت کن دعای حاجیان‏
  • Zahit, gözlerini göğe kaldırarak dedi ki: “Yarabbi, hacıların duasına icabet et.
  • رزق جویی را ز بالا خو گرم ** تو ز بالا بر گشودستی درم‏
  • Ben gökten rızık aramaya alışmışım, sen bana gökten kapı açtın.
  • ای نموده تو مکان از لامکان ** فی السماء رزقکم کرده عیان‏
  • Ey Lâmekân âleminden mekân izhar eden, ey “Rızkınız göktedir” sırrını ayan eyleyen!”
  • در میان این مناجات ابر خوش ** زود پیدا شد چو پیل آب کش‏ 3805
  • Zahit, bu münacattayken hemen su sömüren fil gibi bir latif bulut peyda oldu.
  • همچو آب از مشک باریدن گرفت ** در گو و در غارها مسکن گرفت‏
  • Bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı, derelerde, mağaralarda gölcükler meydana geldi.
  • ابر می‏بارید چون مشک اشکها ** حاجیان جمله گشاده مشکها
  • Bulut, tulumlar gibi gözyaşı döküyordu. Hacıların hepsi mataralarını açtı.
  • یک جماعت ز آن عجایب کارها ** می‏بریدند از میان زنارها
  • İçlerinden bir bölük halk o şaşılacak şeyler yüzünden bellerindeki zünnarları kestiler.
  • قوم دیگر را یقین در ازدیاد ** زین عجب و الله أعلم بالرشاد
  • Bir bölüğünün de bu hayret edilecek şey yüzünden yakini arttı. Allah, doğru yolu daha iyi bilir.
  • قوم دیگر ناپذیرا ترش و خام ** ناقصان سرمدی تم الکلام‏ 3810
  • Bir bölüğüyse bu kerameti kabul etmeyip hamhalat bir halde ebedî nâkıs olarak kaldı, söz de burada bitti.