-
جان ابراهیم از آن انوار زفت ** بیحذر در شعلههای نار رفت
- İbrahim’in canı o nurlardan nurlandı da pervasızca ateş şulelerine koştu, ateşe atıldı.
-
چون که اسماعیل در جویش فتاد ** پیش دشنهی آب دارش سر نهاد
- İsmail, onun ırmağına düştü de o yüzden parlak bıçağın önüne baş koydu, boyun verdi.
-
جان داود از شعاعش گرم شد ** آهن اندر دست بافش نرم شد 915
- Davut’un canı onun şulelerinden hararetlendi de ondan dolayı elinde demir yumuşadı, eridi.
-
چون سلیمان بد وصالش را رضیع ** دیو گشتش بنده فرمان و مطیع
- Süleyman, onun vuslatından süt emdi de cinler periler onun için fermanına tabi oldular.
-
در قضا یعقوب چون بنهاد سر ** چشم روشن کرد از بوی پسر
- Yakup, onun kaza ve kaderine teslim oldu da ondan oğlunun kokusuyla gözü açıldı, aydınlandı.
-
یوسف مه رو چو دید آن آفتاب ** شد چنان بیدار در تعبیر خواب
- Ay yüzlü Yusuf, o güneşi gördü de rüya tabirinde o kadar uyanık hale geldi.
-
چون عصا از دست موسی آب خورد ** ملکت فرعون را یک لقمه کرد
- Asâ, Musa’nın ellinden su içti de o yüzden Firavun’un saltanatını bir lokma etti.
-
نردبانش عیسی مریم چو یافت ** بر فراز گنبد چارم شتافت 920
- Meryem oğlu Îsa, merdivenini buldu da dördüncü kat göğün üstüne çıktı.
-
چون محمد یافت آن ملک و نعیم ** قرص مه را کرد او در دم دو نیم
- Muhammed, o mülkü, o nimeti buldu da hemencecik ayı ikiye böldü.
-
چون ابو بکر آیت توفیق شد ** با چنان شه صاحب و صدیق شد
- Ebubekir, tevfika mazhar oldu da öyle bir padişahın müsahibi oldu, öyle bir padişahı candan tasdik etti.
-
چون عمر شیدای آن معشوق شد ** حق و باطل را چو دل فاروق شد
- Ömer, o mâşuka âşık oldu da gönül gibi, hakkı bâtılı ayırt etti.
-
چون که عثمان آن عیان را عین گشت ** نور فایض بود و ذی النورین گشت
- Osman, o apaçık görüşün ta kendisi oldu da feyizli bir nura nail olup Zinnûreyn oldu.
-
چون ز رویش مرتضی شد در فشان ** گشت او شیر خدا درمرج جان 925
- Mürteza, onun yüzünden inciler saçtı da can vadisinde Allah aslanı kesildi.
-
چون جنید از جند او دید آن مدد ** خود مقاماتش فزون شد از عدد
- Cüneyt, onun askerinden yardıma nail olunca eriştiği mertebeler sayıdan üstün oldu.
-
بایزید اندر مزیدش راه دید ** نام قطب العارفین از حق شنید
- Bayezid, onun ihsanına yol bulunca Allahtan “ Kutbül Ârifin” adını duydu.
-
چون که کرخی کرخ او را شد حرص ** شد خلیفهی عشق و ربانی نفس
- Kerhî, onun harimine bekçi olunca aşk halifesi oldu, nefesleri Allah nefesi haline geldi.
-
پور ادهم مرکب آن سو راند شاد ** گشت او سلطان سلطانان داد
- Edhemoğlu, atını sevinçle o tarafa koşturunca âdil sultanların sultanı oldu.
-
و آن شقیق از شق آن راه شگرف ** گشت او خورشید رای و تیز طرف 930
- Şakik, o ulu yolun meşakkati yüzünden güneş gibi aydınlatıcı bir reye, her şeyi gören bir göze erişti.
-
صد هزاران پادشاهان نهان ** سر فرازانند ز آن سوی جهان
- Daha nice yüz bin gizli Padişahlar var ki o nur âleminde yüceliğe sahiptirler, makamları vardır.
-
نامشان از رشک حق پنهان بماند ** هر گدایی نامشان را بر نخواند
- Allah, her yoksul, onların adlarını anmasın diye gayretinden adlarını gizledi.
-
حق آن نور و حق نورانیان ** کاندر آن بحرند همچون ماهیان
- O nura ve denizde balıklar gibi yaşayan nuranilere ant olsun…
-
بحر جان و جان بحر ار گویمش ** نیست لایق نام نو میجویمش
- O nura ve o denizi, denizin canı desem de lâyık değil. O âleme yeni bir ad aramaktayım.
-
حق آن آنی که این و آن از اوست ** مغزها نسبت بدو باشد چو پوست 935
- O Allah’a ant olsun ki bu da ondandır, o da ondan. İçler, hakikatler, ona nispetle kabuktur, zahirdir.
-
که صفات خواجهتاش و یار من ** هست صد چندان که این گفتار من
- Ant olsun o Allah’a ki kapı yoldaşım ve dostum, bu benim sözlerimden yüz kat daha üstündür.
-
آن چه میدانم ز وصف آن ندیم ** باورت ناید چه گویم ای کریم
- Arkadaşımın evsafından bildiklerimi söyledim, fakat ey kerem sahibi inanmıyorsun; ne diyeyim?”
-
شاه گفت اکنون از آن خود بگو ** چند گویی آن این و آن او
- Padişah dedi ki: “Şimdi artık kendi halinden bahset. Ne vakte dek şunun, bunun halini anlatacaksın?
-
تو چه داری و چه حاصل کردهای ** از تگ دریا چه در آوردهای
- Söyle bakalım, senin neyin var, ne elde ettin, deniz dibinden ne inciler getirdin?
-
روز مرگ این حس تو باطل شود ** نور جان داری که یار دل شود 940
- Ölüm günü, bu duygun kalmaz. Can nurun var mı ki gönlüne yâr olsun?
-
در لحد کاین چشم را خاک آگند ** هستت آن چه گور را روشن کند
- Mezarda bu göze toprak dolar. Mezarı aydınlatacak nurun var mı?
-
آن زمان که دست و پایت بر درد ** پر و بالت هست تا جان بر پرد
- Bu elin, ayağın gidince canının uçması için kolun kanadın var mı?
-
آن زمان کاین جان حیوانی نماند ** جان باقی بایدت بر جا نشاند
- Bu hayvani can kalmayınca yerine koymak için baki bir cana sahip misin?
-
شرط من جا بالحسن نه کردن است ** این حسن را سوی حضرت بردن است
- Şart, iyilik etmek değil, iyilikle gelmek, bu iyiliği Allah’a götürmektir.
-
جوهری داری ز انسان یا خری ** این عرضها که فنا شد چون بری 945
- İnsanlıktan mı bir cevhere sahipsin, eşeklikten mi? Bu ârazlar yok olunca nasıl götüreceksin ki?
-
این عرضهای نماز و روزه را ** چون که لا یبقی زمانین انتفی
- Bu namaz ve oruç arazlarını Allah’a nasıl ileteceksin ki? Çünkü araz, iki zaman zarfında baki kalmaz, yok olup gider, bir anlıktır.
-
نقل نتوان کرد مر اعراض را ** لیک از جوهر برند امراض را
- Arazları götürmeye imkân yoktur. Fakat cevherden hastalıkları giderirler.
-
تا مبدل گشت جوهر زین عرض ** چون ز پرهیزی که زایل شد مرض
- Bu suretle de cevher, bu hastalık arazlarından kurtulur, değişir. Perhiz yüzünden hastalığın geçmesi gibi.
-
گشت پرهیز عرض جوهر به جهد ** شد دهان تلخ از پرهیز شهد
- Perhiz arazı, çalışmalarıyla cevher olur; acı ağız perhizle tatlılaşır.
-
از زراعت خاکها شد سنبله ** داروی مو کرد مو را سلسله 950
- Ziraatla topraklar ekinle, başakla dolar. Saç ilacı, örgü, örgü saç bitirir.
-
آن نکاح زن عرض بد شد فنا ** جوهر فرزند حاصل شد ز ما
- Kadını nikâhlamak arazdı, mahvolup gitti. Fakat o arazdan bize evlât cevheri meydana geldi.
-
جفت کردن اسب و اشتر را عرض ** جوهر کره بزاییدن غرض
- Atı, deveyi çiftleştirmek arazdır. Bundan maksat da yavru cevherini elde etmek.
-
هست آن بستان نشاندن هم عرض ** گشت جوهر کشت بستان نک غرض
- Bostan ekmek arazdır, Bostanda biten mahsul cevheridir. Zaten maksat da budur.
-
هم عرض دان کیمیا بردن بکار ** جوهری ز آن کیمیا گر شد بیار
- Kimya ile uğraşmayı da araz bil, eğer o kimyadan bir cevher elde ettiysen onu getir.
-
صیقلی کردن عرض باشد شها ** زین عرض جوهر همیزاید صفا 955
- Aynayı cilâlamak da arazdır. Fakat bu arazdan tertemiz bir ayna cevheri meydana gelir.
-
پس مگو که من عملها کردهام ** دخل آن اعراض را بنما مرم
- Şu halde “ Ben ibadette bulundum” deme, o arazlardan elde edileni göster, ürkme.
-
این صفت کردن عرض باشد خمش ** سایهی بز را پی قربان مکش
- Senin o köleyi övmen de arazdır. Sus, koçun gölgesini kurban etmeye kalkışma!”
-
گفت شاها بیقنوط عقل نیست ** گر تو فرمایی عرض را نقل نیست
- Köle dedi ki : “Padişahım, araz tebeddül etmez dersen bu söz, akla ancak ümitsizlik verir.
-
پادشاها جز که یاس بنده نیست ** گر عرض کان رفت باز آینده نیست
- Padişahım, araz gider de bir daha geri gelmezse bu, kulu ancak meyus eder.
-
گر نبودی مر عرض را نقل و حشر ** فعل بودی باطل و اقوال فشر 960
- Eğer arazlar başka bir şekle tebeddül etmeseydi, başka bir şekle bürünüp var olmasaydı iş bâtıl olur, sözler manasız bir hale gelirdi;
-
این عرضها نقل شد لونی دگر ** حشر هر فانی بود کونی دگر
- Bu arazlar başka bir varlık suretine bürünüp haşrolur.
-
نقل هر چیزی بود هم لایقش ** لایق گله بود هم سایقش
- Her şey, neye lâyıksa o şekle tebeddül eder. Sürünün çobanı, sürüye lâyık kişidir.