-
از دهان آدمی خوشمشام ** هم پیام حق شنودم هم سلام
- Ben ağzı güzel kokan adamın ağzından hem Allah haberini duydum, hem Allah selâmını!
-
وین سلام باقیان بر بوی آن ** من همینوشم به دل خوشتر ز جان
- Bu Allah erlerinin selâmını da canla, gönülle kabul eder; Allah selâmını onların selâmından duyar, içerim.
-
زان سلام او سلام حق شدست ** کتش اندر دودمان خود زدست
- Çünkü onun selâmı da Allah selâmı olmuştur. Çünkü o, kendi varlığını ateşlere atmış, yakmıştır.
-
مرده است از خود شده زنده برب ** زان بود اسرار حقش در دو لب
- Kendi varlığından ölmüş, Allah’ıyla dirilmiştir. Onun için Allah sırları, iki dudağının arasından çıkıp durmadadır.
-
مردن تن در ریاضت زندگیست ** رنج این تن روح را پایندگیست 3365
- Riyazatta tenin ölümü diriliktir. Bu bedenin eziyet çekmesi ruha ebedîlik verir.
-
گوش بنهاده بد آن مرد خبیث ** میشنود او از خروسش آن حدیث
- O habis herif de horoz ne diyecek diye kulak vermiş dinliyordu.
-
دویدن آن شخص به سوی موسی به زنهار چون از خروس خبر مرگ خود شنید
- O adamın, horozdan ölüm haberini duyunca Musa’ya koşması
-
چون شنید اینها دوان شد تیز و تفت ** بر در موسی کلیم الله رفت
- Bunları duyunca ateşlenip koşa koşa Musa Kelimullah’ın kapısına dayandı.
-
رو همیمالید در خاک او ز بیم ** که مرا فریاد رس زین ای کلیم
- Korkudan kapısının toprağına yüz sürmekte, Ey Kelîm, feryadıma yetiş demekteydi.
-
گفت رو بفروش خود را و بره ** چونک استا گشتهای بر جه ز چه
- Musa, “Yürü, yüzünü yerlere döşe de kurtul. Mademki usta oldun, kuyudan sıçra, çık!
-
بر مسلمانان زیان انداز تو ** کیسه و همیانها را کن دوتو 3370
- Hadi Müslümanlara ziyan ver, keseni, dağarcığını iki kat doldur.
-
من درون خشت دیدم این قضا ** که در آیینه عیان شد مر ترا
- Ben, sana aynada görünen bu kaza ve kaderi kerpiçte gördüm.
-
عاقل اول بیند آخر را بدل ** اندر آخر بیند از دانش مقل
- Akıllı kişiye, sonda görülecek şey önceden görünür, gönlüne doğar; bilgisi az kişiye sonunda!” dedi.
-
باز زاری کرد کای نیکوخصال ** مر مرا در سر مزن در رو ممال
- Adam tekrar feryat edip dedi ki: “Ey iyi ahlâklı, lütfet. Başıma kakma yüzüme vurma.
-
از من آن آمد که بودم ناسزا ** ناسزایم را تو ده حسن الجزا
- Ben, iyiliğe lâyık bir adam değilim, ancak öyle hareket edebilirdim… Ettim de. Sen, benim liyakatsızlığıma iyi bir karşılık ver, lütfet.”
-
گفت تیری جست از شست ای پسر ** نیست سنت کید آن واپس به سر 3375
- Musa, “Oğul, şastten bir oktur fırladı, geri gelmesi âdet değildir ki.
-
لیک در خواهم ز نیکوداوری ** تا که ایمان آن زمان با خود بری
- Fakat bir iyilikte bulunmak isterim; ölüm zamanı imansız kalmayasın, imanlı ölesin.
-
چونک ایمان برده باشی زندهای ** چونک با ایمان روی پایندهای
- İmanını yoldaş edindin mi dirisin… İmanla gittin mi ebedîsin” dedi.
-
هم در آن دم حال بر خواجه بگشت ** تا دلش شوریده و آوردند طشت
- Tam bu sırada adamın hali değişti gönlü bulandı, leğen getirdiler.
-
شورش مرگست نه هیضهی طعام ** قی چه سودت دارد ای بدبخت خام
- Bu, yemekten meydana gelen gönül bulantısı değil, ölüm alâmeti! A ham betbaht, kay etmenin ne faydası var sana?
-
چار کس بردند تا سوی وثاق ** ساق میمالید او بر پشت ساق 3380
- Dört kişi alıp evine götürdüler. Adamcağızın ayakları birbirine dolaşıyordu.
-
پند موسی نشنوی شوخی کنی ** خویشتن بر تیغ پولادی زنی
- Musa’nın öğüdünü dinlemiyor, halifelikte bulunuyorsun ha… Fakat kandini çeliği sağlam bir kılıcın üstüne atıyorsun!
-
شرم ناید تیغ را از جان تو ** آن تست این ای برادر آن تو
- Kılıç, senin canını alıverir, hiç utanıp sıkılmaz. Kardeş, bu senin lâyığındır, lâyığın!
-
دعاکردن موسی آن شخص را تا بایمان رود از دنیا
- Musa’nın, o adamın imanla ölmesi için duası
-
موسی آمد در مناجات آن سحر ** کای خدا ایمان ازو مستان مبر
- Musa, o seher çağı duaya başladı: “Yarabbi, sen, onun imanını alma.
-
پادشاهی کن برو بخشا که او ** سهو کرد و خیرهرویی و غلو
- Padişahlıkta bulun, bağışla onu… O yanılmış, şaşırmış, haddini bilmemiş, haddinden fazla ileri gitmiş!
-
گفتمش این علم نه درخورد تست ** دفع پندارید گفتم را و سست 3385
- Bu bilgi, senin harcın değil dedim ama sözümü anlamadı. Başımdan savıyorum sandı.
-
دست را بر اژدها آنکس زند ** که عصا را دستش اژدرها کند
- Sopasını ejderha yapabilen kişi ejderhaya el atabilir.
-
سر غیب آن را سزد آموختن ** که ز گفتن لب تواند دوختن
- Dudağını yumup söylemeyen, sırrı gizleyebilen, gayb sırrını öğrenebilir.
-
درخور دریا نشد جز مرغ آب ** فهم کن والله اعلم بالصواب
- Su kuşundan başka kuş denize atılmaz, artık anlayıver… Doğrusunu Allah daha iyi bilir.
-
او به دریا رفت و مرغآبی نبود ** گشت غرقه دست گیرش ای ودود
- O da suda yaşayan kuş olmadığı halde denize atıldı, boğuluyor… Ey merhametli Allah, sen elini tut! “
-
اجابت کردن حق تعالی دعای موسی را علیه السلام
- Ulu Allah’ın Musa aleyhisselâm’ın duasını kabul etmesi
-
گفت بخشیدم بدو ایمان نعم ** ور تو خواهی این زمان زندهش کنم 3390
- Allah dedi ki: “Peki… İmanını bağışladım. Hatta dilersen şimdi dirilteyim de…
-
بلک جمله مردگان خاک را ** این زمان زنده کنم بهر ترا
- Değil yalnız onu, hatırın için bütün ölüp gömülmüş olanları dirilteyim.
-
گفت موسی این جهان مردنست ** آن جهان انگیز کانجا روشنست
- Musa, “Yarabbi, bu dünya ölümlü dünyadır. Sen, onu aydınlık âlemde dirilt.
-
این فناجا چون جهان بود نیست ** بازگشت عاریت بس سود نیست
- Bu fena dünya, varlık dünyası değil. Sonunda yine ölecek değil mi… âriyet dirilmede ne fayda var?
-
رحمتی افشان بر ایشان هم کنون ** در نهانخانهی لدینا محضرون
- Sen, şimdi onlara, gözlerden gizli olan “Ledeyna muhdarun“ yurdunda rahmet saç!“ dedi.
-
تابدانی که زیان جسم و مال ** سود جان باشد رهاند از وبال 3395
- Ey insan, cisim ve mal ziyanı, cana faydadır canı vebalden kurtarır.
-
پس ریاضت را به جان شو مشتری ** چون سپردی تن به خدمت جان بری
- Sen de riyazata canla, başla müşteri ol. Tenini riyazata verdin mi canını kurtardın demektir.
-
ور ریاضت آیدت بی اختیار ** سر بنه شکرانه ده ای کامیار
- Ey bahtı yaver kişi, gönlüne ihtiyatsız riyazat isteği gelirse secdeye baş koy, şükranelikler ver.
-
چون حقت داد آن ریاضت شکر کن ** تو نکردی او کشیدت ز امر کن
- Mademki Allah, o riyazat isteğini verdi, şükürler et. O istek, sana kendiliğinden gelmedi, seni “Kün“ emriyle riyazata çekti.
-
حکایت آن زنی کی فرزندش نمیزیست بنالید جواب آمد کی آن عوض ریاضت تست و به جای جهاد مجاهدانست ترا
- Çocuğu yaşamayan kadının ağlayıp inlemesi, “Bu, senin riyazatına karşılıktır, senin için, mücahitlerin cihadına mukabildir” diye cevap gelmesi
-
آن زنی هر سال زاییدی پسر ** بیش از شش مه نبودی عمرور
- Bir kadın vardı, her yıl bir çocuk doğururdu. Fakat çocuk, altı aydan fazla yaşamazdı.
-
یاسه مه یا چار مه گشتی تباه ** ناله کرد آن زن که افغان ای اله 3400
- Üç aylıkken yahut dört aylıkken ölür giderdi. Kadın feryat ederek dedi ki: Yarabbi,
-
نه مهم بارست و سه ماهم فرح ** نعمتم زوتر رو از قوس قزح
- Bu çocuklar, bana dokuz ay yük oluyor, üç aycağız da ferahlık veriyor. Bana verdiğin nimet eleği sağmadan da tez geçip gidiveriyor!“
-
پیش مردان خدا کردی نفیر ** زین شکایت آن زن از درد نذیر
- Allah erlerine ağlayıp yalvarmakta, çocuklarının ölümünden şikâyet etmekteydi.
-
بیست فرزند اینچنین در گور رفت ** آتشی در جانشان افتاد تفت
- Bu suretle tam yirmi oğlu öldü, ciğerine bir yaman ateştir düştü.
-
تا شبی بنمود او را جنتی ** باقیی سبزی خوشی بی ضنتی
- Nihayet bir gece o kadına rüyasında yemyeşil güze, kusursuz, ebediyet yurdunu, cenneti gösterdiler.
-
باغ گفتم نعمت بیکیف را ** کاصل نعمتهاست و مجمع باغها 3405
- Keyfiyete sığmayan nimete cennet dedim. Bağ bahçe dedim. Çünkü orası, nimetlerin de aslıdır, bağların, bahçelerin de toplandığı yer.
-
ورنه لا عین رات چه جای باغ ** گفت نور غیب را یزدان چراغ
- Yoksa ne bağı? Orada öyle şeyler var ki gözler görmemiştir.
-
مثل نبود آن مثال آن بود ** تا برد بوی آنک او حیران بود
- Bu ancak misaldir, onun misli değil. Bu misal de anlamaktan âciz olan bir koku alsın, anlasın diye getirilir.
-
حاصل آن زن دید آن را مست شد ** زان تجلی آن ضعیف از دست شد
- Hulâsa kadıncağız, cenneti görüp mest oldu. O teselliye uğrayınca elden çıktı, kendinden geçti!
-
دید در قصری نبشته نام خویش ** آن خود دانستش آن محبوبکیش
- Köşkün birinde adının yazılı olduğunu gördü, o âşık orasını kendinin sandı.
-
بعد از آن گفتند کین نعمت وراست ** کو بجان بازی بجز صادق نخاست 3410
- Sonra ona dediler ki: “Bu nimet, canını feda etmede doğru olan ve bu fedakârlıkta doğruluktan ayrılmayan kişinindir.