-
ظاهرست آثار و میوهی رحمتش ** لیک کی داند جز او ماهیتش 3635
- Onun rahmet eserleriyle rahmet meyveleri meydandadır. Fakat onun mahiyetini ondan başka kim bilebilir?
-
هیچ ماهیات اوصاف کمال ** کس نداند جز بثار و مثال
- Kemal vasıflarının mahiyetleri, yalnız eser ve misalleriyle bilinir. Bundan başka bir tarzda kimsecikler bilemez.
-
طفل ماهیت نداند طمث را ** جز که گویی هست چون حلوا ترا
- Çocuk çiftleşmenin mahiyetini bilemez ki… Helva, yok mu? İşte onun gibi lezzetlidir dersen o başka.
-
کی بود ماهیت ذوق جماع ** مثل ماهیات حلوا ای مطاع
- Fakat ey taklide yapışmış adam, çiftleşmede ki lezzet, helvada ki lezzete benzer mi? O nerede, bu nerede?
-
لیک نسبت کرد از روی خوشی ** با تو آن عاقل چو تو کودکوشی
- Fakat sen çocuk gibisin de o akıllı adam, sana güzellikle o misali getirdi.
-
تا بداند کودک آن را از مثال ** گر نداند ماهیت یا عین حال 3640
- Çocuk da işin mahiyet ve hakikatini bilmese bile misalle anlar hiç olmazsa.
-
پس اگر گویی بدانم دور نیست ** ور ندانم گفت کذب و زور نیست
- Bu misalden sonra ben, bunu biliyorum desen yanlış olmaz, doğrudur… Fakat bilmiyorum desen sözün yine yalan ve uydurma olmaz.
-
گر کسی گوید که دانی نوح را ** آن رسول حق و نور روح را
- Birisi “Nuh’u o Allah elçisini, o ruh nurunu biliyor musun?” dese,
-
گر بگویی چون ندانم کان قمر ** هست از خورشید و مه مشهورتر
- Sen de “Nasıl bilmem o ay yüzlüyü? Güneşten de meşhurdur, aydan da.
-
کودکان خرد در کتابها ** و آن امامان جمله در محرابها
- Küçücük çocuklar bile onu Tarih kitaplarında okuyorlar… Hocalar, bütün mihraplarda söylüyorlar.
-
نام او خوانند در قرآن صریح ** قصهاش گویند از ماضی فصیح 3645
- Kuran’da adı açıkça okunuyor. Geçmiş zamanlarda ki macerası fasih bir surette anlatılıyor” desen.
-
راستگو دانیش تو از روی وصف ** گرچه ماهیت نشد از نوح کشف
- Doğru söylüyorsun, sana Nuh’un mahiyeti keşfedilmediyse de onu sana söylediler, övdüler: Sen de naklediyor, onu övüyorsun.
-
ور بگویی من چه دانم نوح را ** همچو اویی داند او را ای فتی
- Fakat desen ki: “Ben Nuh’u ne bileyim? A yiğit, onu onun gibi bir er bilir.
-
مور لنگم من چه دانم فیل را ** پشهای کی داند اسرافیل را
- Ben topal bir karıncayım, fili ne bileyim? Bir sivrisinek, İsrafil’i nereden bilecek?
-
این سخن هم راستست از روی آن ** که بماهیت ندانیش ای فلان
- Bu söz de doğru… Çünkü mahiyet bakımından Nuh’u bilmezsin ki.
-
عجز از ادراک ماهیت عمو ** حالت عامه بود مطلق مگو 3650
- Mahiyetleri anlamaktan âciz olmak, halkın halidir ama bu sözü istisnasız söyleme.
-
زانک ماهیات و سر سر آن ** پیش چشم کاملان باشد عیان
- Çünkü mahiyetlerle onların sırrının sırrı, kâmillerin gözü önünde apaçıktır.
-
در وجود از سر حق و ذات او ** دورتر از فهم و استبصار کو
- Varlık âleminde Allah’ın sırrından Allah’ın zatından daha ziyade anlayıştan uzak ve bir görüşe sığmaz ne var?
-
چونک آن مخفی نماند از محرمان ** ذات و وصفی چیست کان ماند نهان
- O bile mahremlerden gizli kalmazsa artık bir şeyin mahiyeti bir şeyin vasfı nedir ki gizli kalsın?
-
عقل بحثی گوید این دورست و گو ** بی ز تاویل محالی کم شنو
- Akıl, bir bahiste bu olmayacak şey, akıldan uzak tevile sığmaz, olmayacak şeyi dinleme der.
-
قطب گوید مر ترا ای سستحال ** آنچ فوق حال تست آید محال 3655
- Kutup da, sana der ki “A düşkün, anlayışından üstün gördüğün şeylere olmayacak şey diyorsun.
-
واقعاتی که کنونت بر گشود ** نه که اول هم محالت مینمود
- Şimdi sana keşf olan vakalar da sana evvelce olmayacak şeyler görünmüyor muydu?
-
چون رهانیدت ز ده زندان کرم ** تیه را بر خود مکن حبس ستم
- Allah, keremiyle seni on tane zindandan kurtarmışken bu Tih ovasını kendine sitem hapishanesi yapma!”
-
جمع و توفیق میان نفی و اثبات یک چیز از روی نسبت و اختلاف جهت
- Nisbet ve zâhiri ihtilâf yüzünden bir şeyde hem nefiy, hem de ispatın birleşmesi
-
نفی آن یک چیز و اثباتش رواست ** چون جهت شد مختلف نسبت دوتاست
- Bir şeyin hem nefyedilmesi caizdir, hem ispat edilmesi. Çünkü zahiri görünüş aykırıdır, nispet de iki türlü olabilir.
-
ما رمیت اذ رمیت از نسبتست ** نفی و اثباتست و هر دو مثبتست
- Allah’ın “O taşları attığın zaman yok mu? Onları sen atmadın ki… Allah attı” demesinde hem hem nefiy vardır, hem ispat ve ikisi de yerindedir.
-
آن تو افکندی چو بر دست تو بود ** تو نه افکندی که قوت حق نمود 3660
- Onları sen attın, çünkü taşlar senin elindeydi. Fakat sen atmadın, çünkü o atış kuvvetini Allah izhar etti.
-
زور آدمزاد را حدی بود ** مشت خاک اشکست لشکر کی شود
- İnsanoğlunun kuvvetinin bir haddi, bir hududu vardır. Bir avuç toz, toprak nasıl olur da bir orduyu bozar, kırıp geçirir?
-
مشت مشت تست و افکندن ز ماست ** زین دو نسبت نفی و اثباتش رواست
- Avuç, senin avucundur ama atış bizden. Bu iki nispetin nefyi de yerindedir, ispatı da.
-
یعرفون الانبیا اضدادهم ** مثل ما لا یشتبه اولادهم
- Peygamberlerin zıtları olan kâfirler de Peygamberleri, evlâtlarını, tanıdıkları, bildikleri gibi tanırlar bilirler.
-
همچو فرزندان خود دانندشان ** منکران با صد دلیل و صد نشان
- Münkirler onları yüzlerce delille, yüzlerce nişanla evlâtlarını tanır gibi tanırlar, bilirler ama
-
لیک از رشک و حسد پنهان کنند ** خویشتن را بر ندانم میزنند 3665
- Kıskançlıkları, hasetleri yüzünden bildiklerini gizlerler “Bilmiyoruz ki” diye bilmezlikten gelirler.
-
پس چو یعرف گفت چون جای دگر ** گفت لایعرفهم غیری فذر
- Baksana, Allah bir yerde “Onları bilirler” dedi, bir yerde de “Onları benden başka kimse bilmez;
-
انهم تحت قبابی کامنون ** جز که یزدانشان نداند ز آزمون
- Onlar, benim kubbelerimin altında gizlidir. Onları Allah’tan başka kimse bilmez, sınamakla bilinmezler ki” dedi.
-
هم بنسبت گیر این مفتوح را ** که بدانی و ندانی نوح را
- Nuh’u hem bilirsin, hem bilmezsin, değil mi? İşte bunu da bu ayetle hadiste izhar edilen manaya kıyas et!
-
مسلهی فنا و بقای درویش
- Dervişin yokluğu ve varlığı meselesi
-
گفت قایل در جهان درویش نیست ** ور بود درویش آن درویش نیست
- Birisi dedi ki. Âlemde derviş yok… Olsa bile o derviş dervişlik makamına erişmişse yok olmuş demektir.
-
هست از روی بقای ذات او ** نیست گشته وصف او در وصف هو 3670
- Doğru, çünkü varlığı, sureti bakımındandır, görünüşe göre vardır. Fakat sıfatları, Allah sıfatında yok olmuştur.
-
چون زبانهی شمع پیش آفتاب ** نیست باشد هست باشد در حساب
- O, güneşe karşı yanmakta olan muma benzer. Mumun alevi de var sayılır ama güneşin önünde yoktur.
-
هست باشد ذات او تا تو اگر ** بر نهی پنبه بسوزد زان شرر
- Fakat muma bir pamuk tutun mu yanar… Şu halde vardır.
-
نیست باشد روشنی ندهد ترا ** کرده باشد آفتاب او را فنا
- Öyle ama sana bir aydınlık vermez ki; güneş, onu yok etmiştir. Bu bakımdan da yoktur.
-
در دو صد من شهد یک اوقیه خل ** چون در افکندی و در وی گشت حل
- İki yüz batman bala bir okka sirke koydun mu, sirke balın içinde erir gider.
-
نیست باشد طعم خل چون میچشی ** هست اوقیه فزون چون برکشی 3675
- Tattın mı sirke lezzeti olmadığından yoktur. Fakat tarttın mı balın okkası artmıştır, vardır.
-
پیش شیری آهوی بیهوش شد ** هستیاش در هست او روپوش شد
- Aslanın önünde ceylanın aklı başından gider, kendisinden geçer… Varlığı, aslanın varlığında mahvolur.
-
این قیاس ناقصان بر کار رب ** جوشش عشقست نه از ترک ادب
- Kemale ermeyenlerin Allah’a karşı yürüttükleri bu kıyas yok mu? Aşk coşkunluğundan ileri gelen bir şeydir. Ebedî, terbiyeyi terk etme değil!
-
نبض عاشق بی ادب بر میجهد ** خویش را در کفهی شه مینهد
- Âşığın, nabzı, edepten dışarı atar. Âşık kendini padişahın terazisine kor, sevgilisinin tapısına varır.
-
بیادبتر نیست کس زو در جهان ** با ادبتر نیست کس زو در نهان
- Dünyada ondan edepsiz, ondan terbiyesiz kimse yoktur. Fakat hakikatte ondan terbiyeli, ondan edepli kimse de yoktur.
-
هم بنسبت دان وفاق ای منتجب ** این دو ضد با ادب با بیادب 3680
- Ey aslı, nesli belli kişi bu edeplilikle edepsizliği birbirine uygun bil.
-
بیادب باشد چو ظاهر بنگری ** که بود دعوی عشقش همسری
- Zahirine bakarsan edepsiz gibi görünür. Çünkü başında aşk dâvası vardır ( bu dâva da varlık alâmetidir).
-
چون به باطن بنگری دعوی کجاست ** او و دعوی پیش آن سلطان فناست
- Fakat hakikatte dâva nerede? O padişahın önünde dâva da fanidir, âşık da!
-
مات زید زید اگر فاعل بود ** لیک فاعل نیست کو عاطل بود
- Zeyd öldü desek bu cümlede Zeyd faildir ama hakikatte fail değildir, elinden bir şey gelmez ki!
-
او ز روی لفظ نحوی فاعلست ** ورنه او مفعول و موتش قاتلست
- Nahiv bakımından faildir… Yoksa hakikatte mefuldür, ölüm onu öldürüverir.