-
مست بودند از تماشای اله ** وز عجایبهای استدراج شاه
- Allah lütuflarını, padişahın lütuf şeklinde tecelli eden şaşılacak kahırlarını seyretmekten sarhoş olmuşlardı.
-
این چنین مستیست ز استدراج حق ** تا چه مستیها کند معراج حق
- Allah’ın kahırlarında böyle sarhoşluklar varken Allah miracının ne sarhoşlukları var?
-
دانهی دامش چنین مستی نمود ** خوان انعامش چهها داند گشود
- Tuzağındaki tane, insana böyle bir sarhoşluk verirse ya nimet sofrası ne yapar ne lütuflarda bulunur?
-
مست بودند و رهیده از کمند ** های هوی عاشقانه میزدند
- Hârût da Mârût da sarhoş olmuşlar, bağlarını çözmüşler, kayıttan kurtulmuşlar, âşıkçasına hayhuylar ediyorlar naralar atıyorlardı.
-
یک کمین و امتحان در راه بود ** صرصرش چون کاه که را میربود 805
- Fakat yolda öyle bir tuzak, öyle bir imtihan vardı ki kasırgası dağları bile saman çöpü gibi kapıp götürebilirdi.
-
امتحان میکردشان زیر و زبر ** کی بود سرمست را زینها خبر
- Bu sınama bunları altüst etmekteydi. Fakat sarhoşun bunlardan ne haberi olabilir ki?
-
خندق و میدان بپیش او یکیست ** چاه و خندق پیش او خوش مسلکیست
- Sarhoşun önünde hendek de birdir, meydan da. Ona kuyu da doğru yol kesilmiştir, hendek de!
-
آن بز کوهی بر آن کوه بلند ** بر دود از بهر خوردی بیگزند
- Dağ keçisi, yüce dağ başlarında yiyecek arar, hiçbir zarara uğramadan koşar durur!
-
تا علف چیند ببیند ناگهان ** بازیی دیگر ز حکم آسمان
- Yiyecek bulmak, yayılmak üzereyken ansızın feleğin sınaması gelir çatar.
-
بر کهی دیگر بر اندازد نظر ** ماده بز بیند بر آن کوه دگر 810
- Öbür dağa bakar, orada bir dişi dağ keçisi görür.
-
چشم او تاریک گردد در زمان ** بر جهد سرمست زین که تا بدان
- Derhal gözleri kararır. Bu dağdan ta o dağa sıçramak ister.
-
آنچنان نزدیک بنماید ورا ** که دویدن گرد بالوعهی سرا
- Dişi keçinin bulunduğu dağ, ona o kadar yakın görünür ki oraya sıçramak, ev kapısının etrafında koşup dolanmak kadar kolay gelir.
-
آن هزاران گز دو گز بنمایدش ** تا ز مستی میل جستن آیدش
- Binlerce arşın yol ona iki arşınlık bir mesafe görünür, o sarhoşlukla sıçramak ister.
-
چونک بجهد در فتد اندر میان ** در میان هر دو کوه بی امان
- Sıçrayınca da iki amansız dağın arasında ki çukura düşüverir.
-
او ز صیادان به که بگریخته ** خود پناهش خون او را ریخته 815
- O avcılardan dağa kaçmıştı, kaçıp sığındığı yer, kanını döker.
-
شسته صیادان میان آن دو کوه ** انتظار این قضای با شکوه
- Avcılarsa o iki dağ arasındaki yarda oturmuş, bu azametli kaza ve kaderin zuhurunu beklemekteler…
-
باشد اغلب صید این بز همچنین ** ورنه چالاکست و چست و خصمبین
- Dağ keçisi, ekseriyetle böyle avlanır. Yoksa bu hayvan, pek yürük, pek çeviktir, düşmanını sezer, anlar.
-
رستم ارچه با سر و سبلت بود ** دام پاگیرش یقین شهوت بود
- Rüstem’in kellesi, kulağı yerindedir, sakallı, bıyıklı bir adamdır. Ama ayağını tutup onu kafese sokan tuzak, şehvettir.
-
همچو من از مستی شهوت ببر ** مستی شهوت ببین اندر شتر
- Benim gibi şehvet sarhoşluğundan kesil, bu sarhoşluğu, devede seyret!
-
باز این مستی شهوت در جهان ** پیش مستی ملک دان مستهان 820
- Sonra da âlemdeki bu şehvet sarhoşluğu, bil ki meleklerin sarhoşluğuna karşı pek hordur, pek bayağıdır.
-
مستی آن مستی این بشکند ** او به شهوت التفاتی کی کند
- O sarhoşluk, bu sarhoşluğu kırar, mahveder. Melek, nasıl olur da şehvete iltifat eder ki?
-
آب شیرین تا نخوردی آب شور ** خوش بود خوش چون درون دیده نور
- Tatlı suyu tatmadıkça acı su, insana gözünün nuru gibi hoş gelir.
-
قطرهای از بادههای آسمان ** بر کند جان را ز می وز ساقیان
- Gökyüzü şaraplarının bir katrası bile insanı şaraptan da vazgeçirir, sâkilerden de!
-
تا چه مستیها بود املاک را ** وز جلالت روحهای پاک را
- Artık düşün sen, meleklerin ne sarhoşlukları olur, tertemiz ruhlar, ululuktan ne mestîliklere düşer!
-
که به بوی دل در آن می بستهاند ** خم بادهی این جهان بشکستهاند 825
- Onlar, bu şaraptan bir koku alarak gönüllerini vermişler, bu âlem şarabının küpünü kırmışlardır.
-
جز مگر آنها که نومیدند و دور ** همچو کفاری نهفته در قبور
- Ancak, ümitsiz ve o âlemden uzak olanlar, kâfirler gibi kabirlerinde gizlenmişler,
-
ناامید از هر دو عالم گشتهاند ** خارهای بینهایت کشتهاند
- İki âlemden de ümitlerini kesmişler, hadde hesaba gelmez dikenler ekmişlerdir!
-
پس ز مستیها بگفتند ای دریغ ** بر زمین باران بدادیمی چو میغ
- Hârût la Mârût, sarhoşluklarından “Ah ne olurdu, bulut gibi biz de yeryüzüne rahmet yağdırsak,
-
گستریدیمی درین بیداد جا ** عدل و انصاف و عبادات و وفا
- Bu zulüm yurduna adalet, insaf, ibadet ve vefayı yaysaydık” dediler.
-
این بگفتند و قضا میگفت بیست ** پیش پاتان دام ناپیدا بسیست 830
- Onlar bunu dedi ama kaza ve kader de “Durun ayaklarınızın önünde gizli tuzaklar pek çok.
-
هین مدو گستاخ در دشت بلا ** هین مران کورانه اندر کربلا
- Kendinize gelin de belâ çölüne küstahça gitmeyin… Kendinize gelin de körcesine Kerbelâ’ya at sürmeyin!
-
که ز موی و استخوان هالکان ** مینیابد راه پای سالکان
- Çünkü o çölde helâk olanların kıllarından, kemiklerinden yolcu, ayak basacak yer bulamaz.
-
جملهی راه استخوان و موی و پی ** بس که تیغ قهر لاشی کرد شی
- Yol, baştanbaşa kıl, kemik, sinir doludur. Allah’ın kahır kılıcı, nice varları yok etmiştir!
-
گفت حق که بندگان جفت عون ** بر زمین آهسته میرانند و هون
- Allah, “Allah’ın inayetine erişen kullar, yeryüzünde yavaş ve mülâyim bir surette yürürler” dedi.
-
پا برهنه چون رود در خارزار ** جز بوقفه و فکرت و پرهیزگار 835
- Ayağı yalın olan dikenlikte nasıl yürür? Dura, dura. Düşüne, düşüne, ihtiyatla adım ata ata! diyordu.
-
این قضا میگفت لیکن گوششان ** بسته بود اندر حجاب جوششان
- Kaza bunu söylüyordu ama onların kulakları, coşkunlukları yüzünden tıkanmış, sağır olmuştu.
-
چشمها و گوشها را بستهاند ** جز مر آنها را که از خود رستهاند
- Varlıklarından kurtulanlardan başka herkesin gözlerini bağlamışlar, kulaklarını tıkamışlardır.
-
جز عنایت که گشاید چشم را ** جز محبت که نشاند خشم را
- Gözleri, Allah inayetinden başka ne açar, kızgınlığı sevgiden başka ne yatıştırır?
-
جهد بی توفیق خود کس را مباد ** در جهان والله اعلم بالسداد
- Dilerim, Allah ihsanı olmayan muvaffakiyete ulaşmak için çalışıp çabalama, dünyada kimseye mukadder olmasın, Doğruyu Allah daha iyi bilir.
-
قصهی خواب دیدن فرعون آمدن موسی را علیه السلام و تدارک اندیشیدن
- Firavun’un Musa aleyhisselâm’ı rüyada görmesi ve doğmaması için tedbirlere girişmesi
-
جهد فرعونی چو بی توفیق بود ** هرچه او میدوخت آن تفتیق بود 840
- Firavunun çalışıp çabalaması, Allah ihsanı olan muvaffakiyete ulaşmamıştı. Allah muvaffakiyet vermediği için de diktiği yırtılıp sökülüyordu.
-
از منجم بود در حکمش هزار ** وز معبر نیز و ساحر بیشمار
- Hükmünde binlerce müneccim, binlerce düş yorucu, binlerce büyücü vardı.
-
مقدم موسی نمودندش بخواب ** که کند فرعون و ملکش را خراب
- Firavuna rüyasında Musa’nın doğacığını, Firavun’u ve saltanatını mahvedeceğini göstermişlerdi.
-
با معبر گفت و با اهل نجوم ** چون بود دفع خیال و خواب شوم
- Düş yorucularla müneccimlere “Bu hayâlin, bu kötü rüyanın delâlet ettiği şeyi nasıl defetmeli?” dedi.
-
جمله گفتندش که تدبیری کنیم ** راه زادن را چو رهزن میزنیم
- Hepsi de dediler ki: “Bir tedbirde bulunalım, çocuğun doğmasına mâni olalım”
-
تا رسید آن شب که مولد بود آن ** رای این دیدند آن فرعونیان 845
- Doğum gecesi gelince Firavun kulları şu tedbiri kabul ettiler, şunu münasip gördüler:
-
که برون آرند آن روز از پگاه ** سوی میدان بزم و تخت پادشاه
- O gün İsrailoğullarını erkenden meydana, padişahın huzuruna götüreceklerdi.
-
الصلا ای جمله اسرائیلیان ** شاه میخواند شما را زان مکان
- “Ey İsrail oğulları, haydin… Sizi padişah filân yerde huzuruna çağırıyor.
-
تا شما را رو نماید بی نقاب ** بر شما احسان کند بهر ثواب
- Sizi örtüsüz, nikapsız yüzünü gösterecek, sevaba ermek üzere size ihsanlarda bulunacak” diye tellâllar bağıracaklardı.
-
کان اسیران را بجز دوری نبود ** دیدن فرعون دستوری نبود
- Çünkü o esirler, Firavuna hiç yaklaşmazlardı, onu görmelerine izin yoktu.
-
گر فتادندی به ره در پیش او ** بهر آن یاسه بخفتندی برو 850
- Hatta yolda ona rastlasalar yüzükoyun yere kapanmaları emredilmişti.