-
تا نیاید وحش تو غره مباش ** تو بدان گلگونهی طال بقاش
- Fakat sen vahiy gelmedikçe sakın o yüzüne sürdüğün ömrü uzun olasıca kırmızılığa güvenip aldanma, gururlanma ha!
-
بانگ و صیتی جو که آن خامل نشد ** تاب خورشیدی که آن آفل نشد
- Nazardan düşücü olmayan bir ses, bir şöhret... Batmayan bir güneşe mensup parlaklık ara!
-
آن هنرهای دقیق و قال و قیل ** قوم فرعوناند اجل چون آب نیل 1660
- O ince hünerler, o dedikodular, Firavun’un kavmine benzer, ecel Nil nehrine!
-
رونق و طاق و طرنب و سحرشان ** گرچه خلقان را کشد گردن کشان
- Onları parlaklığı kemerleri, sayvanları ve büyüleri, halkı boyunlarından zorla çeker ama
-
سحرهای ساحران دان جمله را ** مرگ چوبی دان که آن گشت اژدها
- Hepsini de büyücülerin büyüsü bil... Ölümse ejderha haline gelen o sopadır.
-
جادویها را همه یک لقمه کرد ** یک جهان پر شب بد آن را صبح خورد
- Bütün büyüleri bir lokma yaptı da yuttu... Geceyle dolu olan bir âlemi sabahın yalayıp yutması gibi hani!
-
نور از آن خوردن نشد افزون و بیش ** بل همان سانست کو بودست پیش
- Fakat o yutmakla sabahın nuru artmadı ki... Evvelce nasılsa yine de öyle!
-
در اثر افزون شد و در ذات نی ** ذات را افزونی و آفات نی 1665
- Çokluk, fazlalık eserdedir, zatta değil... Zatta ne artma vardır, ne eksilme!
-
حق ز ایجاد جهان افزون نشد ** آنچ اول آن نبود اکنون نشد
- Allah âlemi yaratmakla çoğalmadı, artmadı... Zaten önce olmayan şimdi olmuş değildir ki!
-
لیک افزون گشت اثر ز ایجاد خلق ** در میان این دو افزونیست فرق
- Fakat halkın yaratılmasıyla eser çoğaldı, arttı. Yalnız bu iki artmanın arasında hayli fark var!
-
هست افزونی اثر اظهار او ** تا پدید آید صفات و کار او
- Eserin artması onun zuhurudur... Bu suretle sanatları ve işi zahir olur, görünür.
-
هست افزونی هر ذاتی دلیل ** کو بود حادث به علتها علیل
- Zatın artmasına gelince bu, o zatın sebeplere bağlı ve sonradan meydana gelmiş olduğuna delildir.
-
تفسیر اوجس فی نفسه خیفة موسی قلنا لا تخف انک انت الا علی
- Musa, içinde bir korku duydu. Dedik ki: Korkma, sen, ondan yücesin ayetinin tefsiri
-
گفت موسی سحر هم حیرانکنیست ** چون کنم کین خلق را تمییز نیست 1670
- Musa, büyü de insanı şaşırtır... Ben ne yapayım ne işleyeyim? Halk, mucizeyle büyüyü ayırt edemez ki dedi.
-
گفت حق تمییز را پیدا کنم ** عقل بیتمییز را بینا کنم
- Allah dedi ki: O fark edişi ben onlarda izhar eder, doğruyu eğriyi ayırt edemeyen aklı görür, bilir bir hale getiririm.
-
گرچه چون دریا برآوردند کف ** موسیا تو غالب آیی لا تخف
- Onlar deniz gibi köpürdüler ama korkma ya Musa, sen üstün olacaksın!
-
بود اندر عهده خود سحر افتخار ** چون عصا شد مار آنها گشت عار
- Sihir, zamanında övünülecek bir şeydi... Fakat asâ ejderha olunca bütün sihirler utanılır bir şey oluverdi!
-
هر کسی را دعوی حسن و نمک ** سنگ مرگ آمد نمکها را محک
- Herkes güzellik şirinlik dâvasındadır ama şirinliklere mihenk taşı ölümdür!
-
سحر رفت و معجزهی موسی گذشت ** هر دو را از بام بود افتاد طشت 1675
- Büyü de geçti gitti, Musa’nın mucizesi de... Her ikisinin de varlık damından leğenleri düştü!
-
بانگ طشت سحر جز لعنت چه ماند ** بانگ طشت دین به جز رفعت چه ماند
- Büyü leğeninin sesinden yalnız lanet kaldı; din leğeninin sesinden de yalnız yücelik!
-
چون محک پنهان شدست از مرد و زن ** در صف آ ای قلب و اکنون لاف زن
- Mihenk taşı, erkekte de yok, kadında da... O gizli kalmış; artık ey kalp, gel, safa karış da lâf et, tam sırası!
-
وقت لافستت محک چون غایبست ** میبرندت از عزیزی دست دست
- Lâfın tam zamanı şimdi... Çünkü mihenk yok ortada, artık seni yüce tutarlar, elden ele gezersin ey kalp!
-
قلب میگوید ز نخوت هر دمم ** ای زر خالص من از تو کی کمم
- Kalp her an gururlanır da der ki ben daima senin gibiyim a altın... ne vakit senden aşağıyım ki?
-
زر همیگوید بلی ای خواجهتاش ** لیک میآید محک آماده باش 1680
- Altında evet ey kapı yoldaşı, der... Fakat mihenk geliyor hazırlan hele!
-
مرگ تن هدیهست بر اصحاب راز ** زر خالص را چه نقصانست گاز
- Bedenin ölümü, sır ehli için bir hediyedir... Halis altına makastan ne noksan gelir ki?
-
قلب اگر در خویش آخربین بدی ** آن سیه که آخر شد او اول شدی
- Kalp, eğer sonuna baksaydı sonradan kararacağına önceden kararırdı:
-
چون شدی اول سیه اندر لقا ** دور بودی از نفاق و از شقا
- Önceden kararınca da nifaktan, kötülükten uzak kalırdı.
-
کیمیای فضل را طالب بدی ** عقل او بر زرق او غالب بدی
- Fazilet ve ihsan kimyasını isteseydi aklı, hilesinden üstün olurdu.
-
چون شکستهدل شدی از حال خویش ** جابر اشکستگان دیدی به پیش 1685
- Gönlü kırık bir hale gelince de kendisini anlar, kırıkları düzelten Allah’ı önünde görürdü.
-
عاقبت را دید و او اشکسته شد ** از شکستهبند در دم بسته شد
- Davacı, sonunu görünce kırık, sınık bir hale gelir de derhal bağlanır, sarılır, kırıklığı geçiverir!
-
فضل مسها را سوی اکسیر راند ** آن زراندود از کرم محروم ماند
- Allah ihsanı, bakırları iksire doğru sürer götürür... Fakat o altın yaldızlı, bu ihsandan mahrum kalır.
-
ای زراندوده مکن دعوی ببین ** که نماند مشتریت اعمی چنین
- Ey altın yaldızlı, davaya kalkışma da sana müşteri olan hep böyle kör kalmaz, sen onu gör!
-
نور محشر چشمشان بینا کند ** چشم بندی ترا رسوا کند
- Mahşer nuru, onların gözlerini açar... Onların gözlerini sen bağlıyordun ya... Bu yüzden rüsvay olursun sen!
-
بنگر آنها را که آخر دیدهاند ** حسرت جانها و رشک دیدهاند 1690
- İşin sonunu gören, canların ve gözlerin hasedini çeken kişileri gör!
-
بنگر آنها را که حالی دیدهاند ** سر فاسد ز اصل سر ببریدهاند
- Bir de bu günkü gören kişileri seyret! Bunlar, içleri bozuk kişilerdir... Asıldan baş çekmişler, ayrılmışlardır!
-
پیش حالیبین که در جهلست و شک ** صبح صادق صبح کاذب هر دو یک
- Bugünü görenlere, bu yüzden bilgisizlikte ve şüphede kalanlara göre suphu sadıkla suphu kâzibin ikisi de birdir.
-
صبح کاذب صد هزاران کاروان ** داد بر باد هلاکت ای جوان
- Suphu kâzip, yüz binlerce kervanı helak yeliyle süpürmüş, gitmiştir civanım!
-
نیست نقدی کش غلطانداز نیست ** وای آن جان کش محک و گاز نیست
- Cihanda hiçbir nakit yoktur ki o, isteklileri yanıltmasın... Vay o kişinin canına ki mihengi makası yoktur!
-
زجر مدعی از دعوی و امر کردن او را به متابعت
- Dâvaya kalkışan kişiye, dâvadan geçmesi için ısrar ve peygamberlere uymasını emrediş
-
بو مسیلم گفت خود من احمدم ** دین احمد را به فن برهم زدم 1695
- Ebu Süleyman dedi ki: ben de Ahmet’im... Ahmet’in dinini hileyle vurup kıracağım
-
بو مسیلم را بگو کم کن بطر ** غرهی اول مشو آخر نگر
- Ebu Süleyman’a de ki: Pek kibirlenme, işin önüne bakıp böbürlenme, sonuna bak!
-
این قلاوزی مکن از حرص جمع ** پسروی کن تا رود در پیش شمع
- Başına adam toplama hırsıyla kılavuzluğa kalkışma... Kılavuza uy, ardından git de önünde mum gidedursun, sen de yolunu gör!
-
شمع مقصد را نماید همچو ماه ** کین طرف دانهست یا خود دامگاه
- Mum, ay gibi maksadını gösterir... bu tarafta tane var, yahut burası tuzak der!
-
گر بخواهی ور نخواهی با چراغ ** دیده گردد نقش باز و نقش زاغ
- Elinde bir ışık oldu mu istesen de istemesen de doğan iziyle karga izini görür, ayırt edersin!
-
ورنه این زاغان دغل افروختند ** بانگ بازان سپید آموختند 1700
- Fakat mumun yoksa buna imkân yoktur. Çünkü bu kargalar hilekârdır... Akdoğanların seslerini öğrenmişlerdir.
-
بانگ هدهد گر بیاموزد فتی ** راز هدهد کو و پیغام سبا
- Yiğit, hüthüdün sesini öğrense de nerede hüthüdün sesi, Seba’nın haberi?
-
بانگ بر رسته ز بر بسته بدان ** تاج شاهان را ز تاج هدهدان
- Arızi sesi, asıl sesten bil... Padişahların taçları, hüthütlerin taçlarından alınmadır!
-
حرف درویشان و نکتهی عارفان ** بستهاند این بیحیایان بر زبان
- Dervişlerin sözleriyle ariflerin nüktelerini şu hayâsızlar, dillerine dolamışlardır.
-
هر هلاک امت پیشین که بود ** زانک چندل را گمان بردند عود
- Eski ümmetlerin helâk olması, hep katı taşı öd ağacı sanmalarındandır!
-
بودشان تمییز کان مظهر کند ** لیک حرص و آز کور و کر کند 1705
- Onu anlayacak, meydana çıkaracak temyiz kabiliyetleri vardı ama hırs ve tamah, insanı kör ve sağır eder!
-
کوری کوران ز رحمت دور نیست ** کوری حرص است که آن معذور نیست
- Körlerin körlüğü rahmetten uzak değildir, onlara acınır. Fakat hırs körlüğüne özür yoktur!
-
چارمیخ شه ز رحمت دور نی ** چار میخ حاسدی مغفور نی
- Padişahın çarmıha gerdiği adama acınır, fakat haset çarmıhına gerilen bağışlanmaz!