-
وقت لافستت محک چون غایبست ** میبرندت از عزیزی دست دست
- Lâfın tam zamanı şimdi... Çünkü mihenk yok ortada, artık seni yüce tutarlar, elden ele gezersin ey kalp!
-
قلب میگوید ز نخوت هر دمم ** ای زر خالص من از تو کی کمم
- Kalp her an gururlanır da der ki ben daima senin gibiyim a altın... ne vakit senden aşağıyım ki?
-
زر همیگوید بلی ای خواجهتاش ** لیک میآید محک آماده باش 1680
- Altında evet ey kapı yoldaşı, der... Fakat mihenk geliyor hazırlan hele!
-
مرگ تن هدیهست بر اصحاب راز ** زر خالص را چه نقصانست گاز
- Bedenin ölümü, sır ehli için bir hediyedir... Halis altına makastan ne noksan gelir ki?
-
قلب اگر در خویش آخربین بدی ** آن سیه که آخر شد او اول شدی
- Kalp, eğer sonuna baksaydı sonradan kararacağına önceden kararırdı:
-
چون شدی اول سیه اندر لقا ** دور بودی از نفاق و از شقا
- Önceden kararınca da nifaktan, kötülükten uzak kalırdı.
-
کیمیای فضل را طالب بدی ** عقل او بر زرق او غالب بدی
- Fazilet ve ihsan kimyasını isteseydi aklı, hilesinden üstün olurdu.
-
چون شکستهدل شدی از حال خویش ** جابر اشکستگان دیدی به پیش 1685
- Gönlü kırık bir hale gelince de kendisini anlar, kırıkları düzelten Allah’ı önünde görürdü.
-
عاقبت را دید و او اشکسته شد ** از شکستهبند در دم بسته شد
- Davacı, sonunu görünce kırık, sınık bir hale gelir de derhal bağlanır, sarılır, kırıklığı geçiverir!
-
فضل مسها را سوی اکسیر راند ** آن زراندود از کرم محروم ماند
- Allah ihsanı, bakırları iksire doğru sürer götürür... Fakat o altın yaldızlı, bu ihsandan mahrum kalır.
-
ای زراندوده مکن دعوی ببین ** که نماند مشتریت اعمی چنین
- Ey altın yaldızlı, davaya kalkışma da sana müşteri olan hep böyle kör kalmaz, sen onu gör!
-
نور محشر چشمشان بینا کند ** چشم بندی ترا رسوا کند
- Mahşer nuru, onların gözlerini açar... Onların gözlerini sen bağlıyordun ya... Bu yüzden rüsvay olursun sen!
-
بنگر آنها را که آخر دیدهاند ** حسرت جانها و رشک دیدهاند 1690
- İşin sonunu gören, canların ve gözlerin hasedini çeken kişileri gör!
-
بنگر آنها را که حالی دیدهاند ** سر فاسد ز اصل سر ببریدهاند
- Bir de bu günkü gören kişileri seyret! Bunlar, içleri bozuk kişilerdir... Asıldan baş çekmişler, ayrılmışlardır!
-
پیش حالیبین که در جهلست و شک ** صبح صادق صبح کاذب هر دو یک
- Bugünü görenlere, bu yüzden bilgisizlikte ve şüphede kalanlara göre suphu sadıkla suphu kâzibin ikisi de birdir.
-
صبح کاذب صد هزاران کاروان ** داد بر باد هلاکت ای جوان
- Suphu kâzip, yüz binlerce kervanı helak yeliyle süpürmüş, gitmiştir civanım!
-
نیست نقدی کش غلطانداز نیست ** وای آن جان کش محک و گاز نیست
- Cihanda hiçbir nakit yoktur ki o, isteklileri yanıltmasın... Vay o kişinin canına ki mihengi makası yoktur!
-
زجر مدعی از دعوی و امر کردن او را به متابعت
- Dâvaya kalkışan kişiye, dâvadan geçmesi için ısrar ve peygamberlere uymasını emrediş
-
بو مسیلم گفت خود من احمدم ** دین احمد را به فن برهم زدم 1695
- Ebu Süleyman dedi ki: ben de Ahmet’im... Ahmet’in dinini hileyle vurup kıracağım
-
بو مسیلم را بگو کم کن بطر ** غرهی اول مشو آخر نگر
- Ebu Süleyman’a de ki: Pek kibirlenme, işin önüne bakıp böbürlenme, sonuna bak!
-
این قلاوزی مکن از حرص جمع ** پسروی کن تا رود در پیش شمع
- Başına adam toplama hırsıyla kılavuzluğa kalkışma... Kılavuza uy, ardından git de önünde mum gidedursun, sen de yolunu gör!
-
شمع مقصد را نماید همچو ماه ** کین طرف دانهست یا خود دامگاه
- Mum, ay gibi maksadını gösterir... bu tarafta tane var, yahut burası tuzak der!
-
گر بخواهی ور نخواهی با چراغ ** دیده گردد نقش باز و نقش زاغ
- Elinde bir ışık oldu mu istesen de istemesen de doğan iziyle karga izini görür, ayırt edersin!
-
ورنه این زاغان دغل افروختند ** بانگ بازان سپید آموختند 1700
- Fakat mumun yoksa buna imkân yoktur. Çünkü bu kargalar hilekârdır... Akdoğanların seslerini öğrenmişlerdir.
-
بانگ هدهد گر بیاموزد فتی ** راز هدهد کو و پیغام سبا
- Yiğit, hüthüdün sesini öğrense de nerede hüthüdün sesi, Seba’nın haberi?
-
بانگ بر رسته ز بر بسته بدان ** تاج شاهان را ز تاج هدهدان
- Arızi sesi, asıl sesten bil... Padişahların taçları, hüthütlerin taçlarından alınmadır!
-
حرف درویشان و نکتهی عارفان ** بستهاند این بیحیایان بر زبان
- Dervişlerin sözleriyle ariflerin nüktelerini şu hayâsızlar, dillerine dolamışlardır.
-
هر هلاک امت پیشین که بود ** زانک چندل را گمان بردند عود
- Eski ümmetlerin helâk olması, hep katı taşı öd ağacı sanmalarındandır!
-
بودشان تمییز کان مظهر کند ** لیک حرص و آز کور و کر کند 1705
- Onu anlayacak, meydana çıkaracak temyiz kabiliyetleri vardı ama hırs ve tamah, insanı kör ve sağır eder!
-
کوری کوران ز رحمت دور نیست ** کوری حرص است که آن معذور نیست
- Körlerin körlüğü rahmetten uzak değildir, onlara acınır. Fakat hırs körlüğüne özür yoktur!
-
چارمیخ شه ز رحمت دور نی ** چار میخ حاسدی مغفور نی
- Padişahın çarmıha gerdiği adama acınır, fakat haset çarmıhına gerilen bağışlanmaz!
-
ماهیا آخر نگر بنگر بشست ** بدگلویی چشم آخربینت بست
- A balık, sonuna bak işin, oltaya değil! Fakat pisboğazlığın, senin işin sonunu gören gözünü kapattı!
-
با دو دیده اول و آخر ببین ** هین مباش اعور چو ابلیس لعین
- İki gözle evveli sonu gör... Kendine gel, iblis gibi tek gözlü olma!
-
اعور آن باشد که حالی دید و بس ** چون بهایم بیخبر از بازپس 1710
- Tek gözlü ona derler ki yalnız içinde bulunduğu hali görür... Hayvanlar gibi başka şeyden haberi yoktur.
-
چون دو چشم گاو در جرم تلف ** همچو یک چشمست کش نبود شرف
- Öküzün iki gözünü çıkarmanın cezası bir gözü çıkarma cezasıdır... Çünkü onda şeref yoktur ki!
-
نصف قیمت ارزد آن دو چشم او ** که دو چشمش راست مسند چشم تو
- Öküzün iki gözü, değerinin yarısıdır... Çünkü onun iki gözle yapacağı şeyi, sen ona yaptırabilirsin!
-
ور کنی یک چشم آدمزادهای ** نصف قیمت لایقست از جادهای
- Fakat bir insanın tek gözünü çıkarsan değerinin yarısını vermek gerek!
-
زانک چشم آدمی تنها به خود ** بی دو چشم یار کاری میکند
- Zira insan gözü, başlı başına başka birinin yardımı olmaksızın bir iş görebilir!
-
چشم خر چون اولش بی آخرست ** گر دو چشمش هست حکمش اعورست 1715
- Eşeğin gözü, işin sonunu görmediğinden eşek, çift gözlü olsa da tek gözlü hükmündedir.
-
این سخن پایان ندارد وان خفیف ** مینویسد رقعه در طمع رغیف
- Bu sözün sonu yoktur... O hafif akıllı, ekmek tamahı ile padişaha mektup yazmaya koyuldu.
-
بقیهی نوشتن آن غلام رقعه به طلب اجری
- Nafaka istemek için kölenin padişaha mektup yazması
-
رفت پیش از نامه پیش مطبخی ** کای بخیل از مطبخ شاه سخی
- Mektubu yazmadan mutfak eminine gitti... Ey cömert padişahın mutfağındaki hasis adam, dedi...
-
دور ازو وز همت او کین قدر ** از جریام آیدش اندر نظر
- Nafakamdan bu kadar şey kesmek padişahtan, padişahın himmetinden uzaktır!
-
گفت بهر مصلحت فرموده است ** نه برای بخل و نه تنگی دست
- Mutfak emini dedi ki: öyle iktiza etmiştir de ondan kesmiştir... Ne hasisliktendir bu, ne de darlığından!
-
گفت دهلیزیست والله این سخن ** پیش شه خاکست هم زر کهن 1720
- Köle, hayır dedi... Vallahi bu söz, bu emir, padişahın değildir... Padişahın yanında eski altın bile topraktır âdeta!
-
مطبخی ده گونه حجت بر فراشت ** او همه رد کرد از حرصی که داشت
- Mutfak emini, ona on türlü delil getirdi... Fakat o hırsından hepsini reddetti.
-
چون جری کم آمدش در وقت چاشت ** زد بسی تشنیع او سودی نداشت
- Kuşluk vakti nafakası az gelince bir hayli söylendi, kötü sözler söyledi, fakat hiçbir faydası olmadı.
-
گفت قاصد میکنید اینها شما ** گفت نه که بنده فرمانیم ما
- Dedi ki: siz bunu kasten yapıyorsunuz. Mutfak emini “hayır biz emir kuluyuz!”
-
این مگیر از فرع این از اصل گیر ** بر کمان کم زن که از بازوست تیر
- Bunu feri’den sanma, asıldandır bu... Yaya pek kabahat bulma, oku atan koldur.
-
ما رمیت اذ رمیت ابتلاست ** بر نبی کم نه گنه کان از خداست 1725
- “Attığın vakit sen atmadın” ayeti bir iptilâdır... Fakat Peygambere de pek günah bulma; bu iş Allah’tandır!
-
آب از سر تیره است ای خیرهخشم ** پیشتر بنگر یکی بگشای چشم
- “A gözü kamaşmış adam, su baştan bulanıktır... Gözünü bir iyice aç da işin önüne bak!” dedi.
-
شد ز خشم و غم درون بقعهای ** سوی شه بنوشت خشمین رقعهای
- Köle kızgınlıkla, dertle bir bucağa çekildi, padişaha kızgınlığını bildirir bir mektup yazdı.