-
در میان این دو مرگ او زنده است ** این مطوق شکل جای خنده است
- O, bu iki ölüm arasında diridir... bu tomruğa vurulmuş olduğu halde gülünecek bir şey!
-
شاه با خود گفت شادی را سبب ** آنچنان غم بود از تسبیب رب
- Padişah kendi kendine dedi ki: bu neşeye sebep, o gamdı; Tanrı sebep ihsan etti, sevindim.
-
ای عجب یک چیز از یک روی مرگ ** وان ز یک روی دگر احیا و برگ 3095
- Ne şaşılacak şey! Bir hadise bir yönden ölüm, öbür yönden dirim ve sevinç.
-
آن یکی نسبت بدان حالت هلاک ** باز هم آن سوی دیگر امتساک
- Şu bir yönden tatlıdır, zevk vericidir. Diğer bir yönden de öldürücü, azap vericidir.
-
شادی تن سوی دنیاوی کمال ** سوی روز عاقبت نقص و زوال
- Ten sevinci dünyaya mensup olana göre yücelik... fakat ahiret gününe göre noksan ve zeval!
-
خنده را در خواب هم تعبیر خوان ** گریه گوید با دریغ و اندهان
- Düş yorucu rüyada gülmeyi ağlamaya, hayıflamaya, kederlenmeye yorar.
-
گریه را در خواب شادی و فرح ** هست در تعبیر ای صاحب مرح
- Ağlamayı da sevince, feraha verir ey şen, esen kişi!
-
شاه اندیشید کین غم خود گذشت ** لیک جان از جنس این بدظن گشت 3100
- Padişah, bu gam geçti gitti ama can, bu çeşit şeylerden kötü şüphelere düşer diye düşünceye daldı.
-
ور رسد خاری چنین اندر قدم ** که رود گل یادگاری بایدم
- Gül gider de dedi, ayağıma böyle bir diken batarsa hiç olmazsa ondan bana bir yadigâr kalmalı!
-
چون فنا را شد سبب بیمنتهی ** پس کدامین راه را بندیم ما
- Yokluğa sayısız, sonsuz sebepler var... hangi yolu kapayalım ki?
-
صد دریچه و در سوی مرگ لدیغ ** میکند اندر گشادن ژیغ ژیغ
- Isırıcı ölüme yüzlerce pencere var, yüzlerce kapı var... açılırken her biri cik cik etmekte!
-
ژیغژیغ تلخ آن درهای مرگ ** نشنود گوش حریص از حرص برگ
- O ölüm kapılarının acı cik ciklerini haris kişinin kulağı, mal ve mülk hırsından duymaz.
-
از سوی تن دردها بانگ درست ** وز سوی خصمان جفا بانگ درست 3105
- Bir taraftan bedenin dertleri, kapıların sesi... bir taraftan düşmanların cefası kapıların sesi.
-
جان سر بر خوان دمی فهرست طب ** نار علتها نظر کن ملتهب
- Canım efendim, hele bir tıp fihristini oku hastalıkların yalımlı ateşini gör!
-
زان همه غرها درین خانه رهست ** هر دو گامی پر ز کزدمها چهست
- Bütün o alillerden bu eve yol var... her iki adımda akreplerle dolu bir kuyu var!
-
باد تندست و چراغم ابتری ** زو بگیرانم چراغ دیگری
- Rüzgâr şiddetli, ışığım sönmek üzere... çabuk davranayım da onun ışığından bir ışık daha uyandırayım.
-
تا بود کز هر دو یک وافی شود ** گر به باد آن یک چراغ از جا رود
- Bari bu ikisinden biri kalsın da yel, ışığın birini söndürürse onunla eğleneyim.
-
همچو عارف کن تن ناقص چراغ ** شمع دل افروخت از بهر فراغ 3110
- Ârifler gibi hani... ârif de bu noksan beden kendiliğinden kurtulmak için gönül kandilini yakar da
-
تا که روزی کین بمیرد ناگهان ** پیش چشم خود نهد او شمع جان
- Günün birinde ansızın bu kandil sönerse onun yerine can kandilini koyayım der.
-
او نکرد این فهم پس داد از غرر ** شمع فانی را بفانیی دگر
- Padişah bu işi anlamadı da aldandı... fâni kandilin yerine başka bir fani kandile kapıldı!
-
عروس آوردن پادشاه فرزند خود را از خوف انقطاع نسل
- Padişahın,soyunun kesilmesinden korkarak oğluna bir kız alması
-
پس عروسی خواست باید بهر او ** تا نماید زین تزوج نسل رو
- Padişah bunun üzerine, evlensin de soyu sopu üresin diye şehzadeye bir kız almak istedi.
-
گر رود سوی فنا این باز باز ** فرخ او گردد ز بعد باز باز
- Bu doğan, tekrar yokluk âlemine yüz tutarsa o doğanın yerini yine bir doğan tutsun...
-
صورت او باز گر زینجا رود ** معنی او در ولد باقی بود 3115
- Bu doğanın sureti, eğer şu âlemden giderse mânası, oğlunda baki kalsın dedi.
-
بهر این فرمود آن شاه نبیه ** مصطفی که الولد سر ابیه
- Onun için o uyanık padişah, Mustafa “Çocuk, babanın sırrıdır” buyurdu.
-
بهر این معنی همه خلق از شغف ** میبیاموزند طفلان را حرف
- İşte bu yüzden bütün halk, sevgilerden çocuklarına sanat öğretirler de,
-
تا بماند آن معانی در جهان ** چون شود آن قالب ایشان نهان
- Onların kalıpları gözden gizlenince o mânalar âlemde bâki kalsın derler.
-
حق به حکمت حرصشان دادست جد ** بهر رشد هر صغیر مستعد
- Tanrı, hikmetiyle istidat sahibi olan her küçük çocuğun doğru yolu bulması için onların hırsına bir ciddiyet vermiştir.
-
من هم از بهر دوام نسل خویش ** جفت خواهم پور خود را خوب کیش 3120
- Ben de kendi soyumun devamı için oğluma mezhebi meşrebi iyi bir kız alacağım.
-
دختری خواهم ز نسل صالحی ** نی ز نسل پادشاهی کالحی
- Fakat alacağım kızın kötü bir padişahın soyundan değil, temiz bir kişinin soyundan bir kız olmasını isterim.
-
شاه خود این صالحست آزاد اوست ** نی اسیر حرص فرجست و گلوست
- Padişah, zaten bu temiz kişidir... hür olan da odur... ne şehvetin esiridir, ne boğazının.
-
مر اسیران را لقب کردند شاه ** عکس چون کافور نام آن سیاه
- Fakat halk, aksine olarak esirlere padişah adını taktılar... Zenciye Kâfur adı takıldığı gibi hani!
-
شد مفازه بادیهی خونخوار نام ** نیکبخت آن پیس را کردند عام
- Kanlar içen çöle kurtuluş yeri, bayağı, nekes ve kutsuz kişiye kutlu adını verirler ya!
-
بر اسیر شهوت و حرص و امل ** بر نوشته میر یا صدر اجل 3125
- Şehvet, kızgınlık ve istek esirine bey, yahut “Sadr ecel – en ulu vezir” dediler.
-
آن اسیران اجل را عام داد ** نام امیران اجل اندر بلاد
- O ecel esirlerine halk, şehirlerde beyler ve “Emîrani ecel – Ulu beyler” adını taktılar.
-
صدر خوانندش که در صف نعال ** جان او پستست یعنی جاه و مال
- Canı, pabuççuların safında alçalmış, yani mevkiye mala kapılıp kalmış olma “Sadr – Ulu ve baş köşeye geçen vezir” derler.
-
شاه چون با زاهدی خویشی گزید ** این خبر در گوش خاتونان رسید
- Padişah bir zâhidi seçince bu haber, kadınların kulağına vardı!
-
اختیار کردن پادشاه دختر درویش زاهدی را از جهت پسر و اعتراض کردن اهل حرم و ننگ داشتن ایشان از پیوندی درویش
- Padişahın,oğlu için bir yoksul zâhidin kızını seçip almasına harem ehlinin itirazı ve onların bu akrabalıktan utanmaları
-
مادر شهزاده گفت از نقص عقل ** شرط کفویت بود در عقل نقل
- Şehzadenin anası, aklının noksan oluşundan itiraz ederek dedi ki: Evlenmede gerek akıl, gerek nakil, eşit olmayı şart koşmuştur.
-
تو ز شح و بخل خواهی وز دها ** تا ببندی پور ما را بر گدا 3130
- Halbuki sen nekesliğinden, cimriliğinden kurnazlık ederek oğlumuzu bir yoksulla akraba yapıyorsun?
-
گفت صالح را گدا گفتن خطاست ** کو غنی القلب از داد خداست
- Padişah dedi ki: Temiz bir kişiye yoksul demek hatadır... çünkü onun kalbi ganidir ve bu da Tanrı vergisidir.
-
در قناعت میگریزد از تقی ** نه از لیمی و کسل همچون گدا
- Böyle adam, takvasında kanaat bucağına kaçar, yoksul gibi nekesliğinden, tembelliğinden değil!
-
قلتی کان از قناعت وز تقاست ** آن ز فقر و قلت دونان جداست
- Kanaattan meydana gelen darlık, takvadandır... bu, aşağılık kişilerin yokluğundan, darlığından apayrı bir şeydir.
-
حبهای آن گر بیابد سر نهد ** وین ز گنج زر به همت میجهد
- Nekes, bir habbe bulsa başını bile verir... halbuki temiz kişi, himmetiyle altın hazinesine bile bakmaz, terk edip gider!
-
شه که او از حرص قصد هر حرام ** میکند او را گدا گوید همام 3135
- Hırsından, her çeşit harama kasten padişaha ulu kişiler, yoksul derler.
-
گفت کو شهر و قلاع او را جهاز ** یا نثار گوهر و دینار ریز
- Kadın dedi ki: Nerede onda çeyiz olarak verecek şehir ve kaleler... yahut saçı olarak saçacak inciler, paralar pullar?
-
گفت رو هر که غم دین برگزید ** باقی غمها خدا از وی برید
- Padişah, yürü yahu dedi... kim, din gamına düşerse Tanrı, öbür dertleri artık ondan alır.
-
غالب آمد شاه و دادش دختری ** از نژاد صالحی خوش جوهری
- Nihayet padişah üstün geldi, ona yaradılışı güzel ve bir temiz kişinin soyundan bir kız aldı.
-
در ملاحت خود نظیر خود نداشت ** چهرهاش تابانتر از خورشید چاشت
- Kızın güzellikte eşi yoktu... yüzü, kuşluk güneşinden daha parlaktı!
-
حسن دختر این خصالش آنچنان ** کز نکویی مینگنجد در بیان 3140
- Kızın güzelliği buydu, huyu da güzelliği gibiydi... hasılı ahlâkı o kadar iyiydi ki anlatmaya imkân yok!
-
صید دین کن تا رسد اندر تبع ** حسن و مال و جاه و بخت منتفع
- Dini avlamaya bak ki onunla beraber güzellik, mal, mevki ve sana fayda veren baht da senin olsun!
-
آخرت قطار اشتر دان به ملک ** در تبع دنیاش همچون پشم و پشک
- Ahiret, bil ki deve katarıdır; dünya malı devenin yükü ve tüyü.Katara sahip oldun mu yünü, tüyü de onunla beraber gelir.