-
هر زمان میکرد رو بر آسمان ** که ندارم روی ای قبلهی جهان
- Her an yüzünü göğe kaldırıp Ey cihanın kıblesi, yüzüm yok diye feryat ediyordu.
-
چون ز حد بیرون بلرزید و طپید ** مصطفیاش در کنار خود کشید
- Hadden artık titreyip çarpınınca Mustafa, onu kucakladı.
-
ساکنش کرد و بسی بنواختش ** دیدهاش بگشاد و داد اشناختش
- Yatıştırdı pek iltifat etti, gözlerini açtı, ona kendini tanıttı.
-
تا نگرید ابر کی خندد چمن ** تا نگرید طفل کی جوشد لبن
- Bulut ağlamadıkça yeşillik nasıl güler? Çocuk ağlamadıkça süt nasıl coşar?
-
طفل یک روزه همیداند طریق ** که بگریم تا رسد دایهی شفیق 135
- Bir günlük çocuk bile yolu bilir. Ağlayayım da esirgeyen dadı gelip yetişsin der.
-
تو نمیدانی که دایهی دایگان ** کم دهد بیگریه شیر او رایگان
- Sen bilmiyorsun; dadılar dadısı da sen ağlamadıkça bedavaca sütü az verir.
-
گفت فلیبکوا کثیرا گوش دار ** تا بریزد شیر فضل کردگار
- Kulak ver, “Çok ağlayın” dedi. Ağlayın da yaratıcı Allah’nın ihsan sütü aksın.
-
گریهی ابرست و سوز آفتاب ** استن دنیا همین دو رشته تاب
- Dünyanın direği bulutun ağlamasıdır, güneşin yakması. Sen bu iki ipe iyi sarıl.
-
گر نبودی سوز مهر و اشک ابر ** کی شدی جسم و عرض زفت و سطبر
- Güneşin hararetiyle bulutun gözyaşı olmasaydı beden ve araz, nasıl olur da semirir, gelişirdi?
-
کی بدی معمور این هر چار فصل ** گر نبودی این تف و این گریه اصل 140
- Bu hararetle bu ağlayış, temel olmasaydı şu dört mevsim nasıl mamur olurdu?
-
سوز مهر و گریهی ابر جهان ** چون همی دارد جهان را خوشدهان
- Güneşin hararetiyle alem bulutunun ağlaması, nasıl cihanın ağzının tadını getiriyor, nasıl alemi hoş bir hale sokuyorsa,
-
آفتاب عقل را در سوز دار ** چشم را چون ابر اشکافروز دار
- Sen de akıl güneşini yak, gözünü göz yaşları saçan bir bulut haline getir.
-
چشم گریان بایدت چون طفل خرد ** کم خور آن نان را که نان آب تو برد
- Küçük çocuk gibi sana da ağlayan bir göz gerek. O ekmeği az ye ekmek senin şerefini giderdi.
-
تن چو با برگست روز و شب از آن ** شاخ جان در برگریزست و خزان
- Ten, gece gündüz onunla gelişir, yapraklanırsa can dalı, yapraklarını döker, güz mevsimine düşer.
-
برگ تن بیبرگی جانست زود ** این بباید کاستن آن را فزود 145
- Beden azığı, derhal canın azıksız kalmasıyla neticelenir. Bunu azaltmak onu çoğaltmak gerek.
-
اقرضوا الله قرض ده زین برگ تن ** تا بروید در عوض در دل چمن
- “Allah’ya borç verin.” Sen de bu ten ağzından borç ver de karşılığında gönlünde yeşillikler bitsin.
-
قرض ده کم کن ازین لقمهی تنت ** تا نماید وجه لا عین رات
- Borç ver de bu ten lokmasını azalt, bu suretle de “Gözlerin görmediği” yüz görünsün.
-
تن ز سرگین خویش چون خالی کند ** پر ز مشک و در اجلالی کند
- Ten kendisini pislikten arıtırsa ululuk misk ve incileriyle dolar.
-
زین پلیدی بدهد و پاکی برد ** از یطهرکم تن او بر خورد
- Böyle adam şu pislikten kurtulur, temizliğe ulaşır, bedeni, “Allah sizi, kirlerden temizlemeyi diler” sırrına ulaşır.
-
دیو میترساندت که هین و هین ** زین پشیمان گردی و گردی حزین 150
- Fakat Şeytan, “Sakın sakın bundan pişman olur hüzne düşersin.
-
گر گدازی زین هوسها تو بدن ** بس پشیمان و غمین خواهی شدن
- Bedeninden bu hevesleri giderir, bunları eritirsen çok pişman olur derde düşersin.
-
این بخور گرمست و داروی مزاج ** وآن بیاشام از پی نفع و علاج
- Şunu ye hararet verir, mizaca devadır; şunu da faydalanmak için iç, ilaçtır.
-
هم بدین نیت که این تن مرکبست ** آنچ خو کردست آنش اصوبست
- Hem de şu niyete düş. Bu beden binektir, neye alıştıysa vermek, daha doğru bir iştir.
-
هین مگردان خو که پیش آید خلل ** در دماغ و دل بزاید صد علل
- Sakın açlığa alışma; sıhhatin bozulur, beyninde, kalbinde yüzlerce illet meydana gelir” der.
-
این چنین تهدیدها آن دیو دون ** آرد و بر خلق خواند صد فسون 155
- O alçak Şeytan, bu çeşit tehditlerle gelir, halka yüzlerce afsun okur.
-
خویش جالینوس سازد در دوا ** تا فریبد نفس بیمار ترا
- Kendisini tedavi eden Calinos gösterir. Bunu da senin hasta gönlünü aldatmak için yapar.
-
کین ترا سودست از درد و غمی ** گفت آدم را همین در گندمی
- “Bu sana dertten, gamdan kurtulmak için bir ilaçtır” der. Adem’e de buğday için böyle demişti ya!
-
پیش آرد هیهی و هیهات را ** وز لویشه پیچد او لبهات را
- Heyheylerle, heyhatlarla gelir, dudaklarını, azgın atın, nallanırken kıstırdıkları iki, tahta parçası ile kıstırır.
-
همچو لبهای فرس و در وقت نعل ** تا نماید سنگ کمتر را چو لعل
- Aşağılık taş lal göstermek için at nallanırken dudaklarını kıstırdıkları gibi senin dudaklarını da kıstırıp,
-
گوشهاات گیرد او چون گوش اسب ** میکشاند سوی حرص و سوی کسب 160
- Atın kulağından tutar gibi kulaklarını tutup seni hırs ve kazanca çeker.
-
بر زند بر پات نعلی ز اشتباه ** که بمانی تو ز درد آن ز راه
- Şüphe etme ki ayağına nalı vurur, sende onun derdi ile yoldan kala kalırsın.
-
نعل او هست آن تردد در دو کار ** این کنم یا آن کنم هین هوش دار
- Onun nalı seni iki iş arasında tereddüde düşürmektir. Bunu mu yapayım dersin, onu mu? Aklını başına alda kendine gel.
-
آن بکن که هست مختار نبی ** آن مکن که کرد مجنون و صبی
- Peygamber’in seçtiği işi yap, deliyle çocuğun yaptığını yapma.
-
حفت الجنه بچه محفوف گشت ** بالمکاره که ازو افزود کشت
- “Cennet çevrilmiştir.” Neyle çevrilmiştir? “İnsanın istemediği, hoşlanmadığı şeylerle.” Çünkü, ekin bunlarla çoğalır, gelişir.
-
صد فسون دارد ز حیلت وز دغا ** که کند در سله گر هست اژدها 165
- Şeytan’ın hileyle, zeyreklikle yüzlerce afsunu vardır. Ejderha bile olsa adamı sepete kor.
-
گر بود آب روان بر بنددش ** ور بود حبر زمان برخنددش
- İnsan akar su olsa bağlar, zamanın en akıllı, en bilgin adamı olsa onu yanıltır, güler.
-
عقل را با عقل یاری یار کن ** امرهم شوری بخوان و کار کن
- Aklı bir dostun aklına dost et de “Onların işi danışmakladır” ayetini oku ona göre iş yap!
-
نواختن مصطفی علیهالسلام آن عرب مهمان را و تسکین دادن او را از اضطراب و گریه و نوحه کی بر خود میکرد در خجالت و ندامت و آتش نومیدی
- Mustafa aleyhisselam’ın, O utangaçlık ve nedametle ağlayıp inliyen, ümitsizlik ateşiyle yanıp kavrulan konuk arabı yatıştırıp ona iltifatta bulunması
-
این سخن پایان ندارد آن عرب ** ماند از الطاف آن شه در عجب
- Bu sözün sonu yoktur. Arap o padişahın lütfuna şaşırıp kaldı.
-
خواست دیوانه شدن عقلش رمید ** دست عقل مصطفی بازش کشید
- Deli oluyordu aklı kaçayazdı. Mustafa’nın akıl eli onu geri çekti.
-
گفت این سو آ بیامد آنچنان ** که کسی برخیزد از خواب گران 170
- Bu yana gel dedi, bir kişi ağır bir uykudan nasıl uyanırsa uyandı. O tarafa geldi.
-
گفت این سو آ مکن هین با خود آ ** که ازین سو هست با تو کارها
- Mustafa bu yana gel, bu işi yapma, kendine gel. Bu yanda sana bir çok işler var dedi.
-
آب بر رو زد در آمد در سخن ** کای شهید حق شهادت عرضه کن
- Yüzüne su serpti, ey Allah şehidi, dedi, dile gel şahadet getir.
-
تا گواهی بدهم و بیرون شوم ** سیرم از هستی در آن هامون شوم
- Ben de şehit olayım da dışarı çıkayım. O uçsuz bucaksız çölde bulundukça canımdan beziyorum.
-
ما درین دهلیز قاضی قضا ** بهر دعوی الستیم و بلی
- Biz takdir kadısının şu dehlizinde Bela ve Elest davalarını görmek için duruyoruz.
-
که بلی گفتیم و آن را ز امتحان ** فعل و قول ما شهودست و بیان 175
- Biz bela dedik sınama yönünden işimiz ve sözümüz, bunu görmek, bunu bildirmekten ibarettir.
-
از چه در دهلیز قاضی ای گواه ** حبس باشی ده شهادت از پگاه
- Neden kadı’nın dehlizinde durmaktayız? Biz şahit olmak için gelmedik mi?
-
چند در دهلیز قاضی ای گواه ** حبس باشی ده شهادت از بگاه
- Ey şahit niceye bir kadı’nın dehlizinde hapis olacaksın? O şahadeti ver de kurtul!
-
زان بخواندندت بدینجا تا که تو ** آن گواهی بدهی و ناری عتو
- Seni buraya şunun için çağırdılar ki inat etmiyesin, o şahadette bulunasın.
-
از لجاج خویشتن بنشستهای ** اندرین تنگی کف و لب بستهای
- Halbuki sen, inadından şu daracık yerde oturmuş, elini bağlamış, dudağını yummuşsun.
-
تا بندهی آن گواهی ای شهید ** تو ازین دهلیز کی خواهی رهید 180
- Ey tanık, sen bu şahadette bulunmadıkça şu dehlizden nasıl kurtulabilirsin?