English    Türkçe    فارسی   

5
217-266

  • ناله از باطن برآرد کای خدا  ** آنچ دادی دادم و ماندم گدا 
  • İçten feryada başlar; Yarabbi, bana ne verdiysen verdim, yoksul kaldım.
  • ریختم سرمایه بر پاک و پلید  ** ای شه سرمایه‌ده هل من مزید 
  • Sermayemi temize pise döktüm sarf ettim. Ey sermaye veren, daha yok mu?
  • ابر را گوید ببر جای خوشش  ** هم تو خورشیدا به بالا بر کشش 
  • Allah buluta onu iyi bir yere götür der. Güneşe de ey güneş der onu yukarıya çek!
  • راههای مختلف می‌راندش  ** تا رساند سوی بحر بی‌حدش  220
  • Onu türlü türlü yollara sürer, nihayet ucu bucağı olmayan denize ulaştırır.
  • خود غرض زین آب جان اولیاست  ** کو غسول تیرگیهای شماست 
  • Bu sudan maksat velilerin canıdır. O can, sizin kirliliklerinizi iyiden iyiye yıkar, arıtır.
  • چون شود تیره ز غدر اهل فرش  ** باز گردد سوی پاکی بخش عرش 
  • Yeryüzündekilerin hıyanetliklerinden bunaldı mı yine arşa, temizlik bağışlayana gider.
  • باز آرد زان طرف دامن کشان  ** از طهارات محیط او درسشان 
  • Yine o taraftan eteğini çeke çeke gelir, o okyanusun temizliklerinden yeryüzündekilere ders vermeye koşar.
  • ز اختلاط خلق یاید اعتدال ** آن اسفر جوید که ارحنا یا بلال
  • Halkla karışmadan yoruldu mu o sefer “ey Bilal, sesinle bize bir huzur ver, bir istirahat ver.”
  • ای بلال خوش نوای خوش صهیل ** میذنه بر رو بزن طبل رحیل 225
  • Ey güzel sesli Bilal ezan okunan yere çık, göç davulunu çal der.
  • جان سفر رفت و بددن اندر قیام ** وقت رجعت زین سبب گوید سلام
  • Can sefere gitti beden kıyamda. Bu yüzden namaz bitince selam verilir işte.
  • از تیمم وا رهاند جمله را ** وز تحری طالبان قبله را
  • Herkesi teyemmüm kurtarır, kıble arayanları aramaktan vaz geçirir, kıbleyi gösterir.
  • این مثل چون واسطه‌ست اندر کلام  ** واسطه شرطست بهر فهم عام 
  • Bu misal getirme söz arasında bir vasıtadır. Herkesin anlaması için vasıta şarttır.
  • اندر آتش کی رود بی‌واسطه  ** جز سمندر کو رهید از رابطه 
  • Bir delile bağlanmadan kurtulmuş olan semenderden başka kim, vasıtasız ateşe girebilir?
  • واسطه‌ی حمام باید مر ترا  ** تا ز آتش خوش کنی تو طبع را  230
  • Tabiatını ateşle hoş bir hale getirmen için vasıtan hamamdır.
  • چون نتانی شد در آتش چون خلیل  ** گشت حمامت رسول آبت دلیل 
  • Halil gibi ateşe giremeyeceğinden hamam sana elçi oldu, su da delil.
  • سیری از حقست لیک اهل طبع  ** کی رسد بی‌واسطه‌ی نان در شبع 
  • Doymak Allahdandır ama tabiat ehli, ekmeksiz nasıl olur da doyar?
  • لطف از حقست لیکن اهل تن  ** درنیابد لطف بی‌پرده‌ی چمن 
  • Lütuf Allahdandır ama ten ehli, çayırlık çimenlik perdesi olmaksızın o lütfu bulamaz.
  • چون نماند واسطه‌ی تن بی‌حجاب  ** هم‌چو موسی نور مه یابد ز جیب 
  • Fakat perdesiz bir halde ten vasıtası kalmayınca insan, Musa gibi ayın nurunu yeninden yakasından görür, bulur.
  • این هنرها آب را هم شاهدست  ** که اندرونش پر ز لطف ایزدست  235
  • Bu hünerler de, suyun gönlünün Allah lütfu ile dopdolu olduğuna tanıktır.
  • گواهی فعل و قول بیرونی بر ضمیر و نور اندرونی 
  • Dışarıdan görünen iş ve sözün içe ve içteki nura tanıklığı
  • فعل و قول آمد گواهان ضمیر  ** زین دو بر باطن تو استدلال گیر 
  • İş ve söz, için tanıklarıdır. Bu ikisine bak da için nasıl anla.
  • چون ندارد سیر سرت در درون  ** بنگر اندر بول رنجور از برون 
  • Sırrın, onun içine giremiyorsa hastanın sidiğine bak.
  • فعل و قول آن بول رنجوران بود  ** که طبیب جسم را برهان بود 
  • İşle söz, hastaların sidiğine benzer, beden doktoruna bu bir delildir.
  • وآن طبیب روح در جانش رود  ** وز ره جان اندر ایمانش رود 
  • Halbuki ruh doktoru, canına girer de can yolundan imanına kadar varır.
  • حاجتش ناید به فعل و قول خوب  ** احذروهم هم جواسیس القلوب  240
  • Onların güzel söze, güzel işe ihtiyaçları yoktur. Sakının onlardan, onlar kalplerin casusudurlar.
  • این گواه فعل و قول از وی بجو  ** کو به دریا نیست واصل هم‌چو جو 
  • Bu söz ve iş tanıklarını, dere gibi henüz ulaşmamışlarda ara!
  • در بیان آنک نور خود از اندرون شخص منور بی‌آنک فعلی و قولی بیان کند گواهی دهد بر نور وی در بیان آنک آن‌نور خود را از اندرون سر عارف ظاهر کند بر خلقان بی‌فعل عارف و بی‌قول عارف افزون از آنک به قول و فعل او ظاهر شود چنانک آفتاب بلند شود بانگ خروس و اعلام مذن و علامات دیگر حاجت نیاید 
  • Nurlu adamın nuru, o bir iş yapmadan bir söz söylemeden de içinden o nura tanıklık verir. “Arifin sırrı, sözüyle ve işiyle meydana çıkmaktan ziyade hiçbir söz söylemeden ve hiçbir iş yapmadan halka görünür meydana çıkar. Nitekim güneş doğup yükselince horoz sesine, müezzinin haber vermesine ve diğer alametlere hacet yoktur, bir iş ve söz olmasa da güneşin nur güneşe tanıklık verir.”
  • لیک نور سالکی کز حد گذشت  ** نور او پر شد بیابانها و دشت 
  • Fakat haddi aşan yolcunun nuru ile çöller, ovalar dolmuştur.
  • شاهدی‌اش فارغ آمد از شهود  ** وز تکلفها و جانبازی و جود 
  • Güzelliğe görülmeye ehemmiyet bile vermez, tekellüflere, canla, başla oynamaya, cömertliklerde bulunmaya aldırış bile etmez.
  • نور آن گوهر چو بیرون تافتست  ** زین تسلسها فراغت یافتست 
  • O incinin nuru dışa vurdu mu artık, o, bu zahitliklerden kurtulmuştur.
  • پس مجو از وی گواه فعل و گفت  ** که ازو هر دو جهان چون گل شکفت  245
  • Artık ondan iş ve söz tanığı arama, iki cihan da gül gibi onun yüzünden açılmıştır.
  • این گواهی چیست اظهار نهان  ** خواه قول و خواه فعل و غیر آن 
  • İster söz olsun, ister iş ister başka şey... Bu tanıklık nedir? Gizliyi meydana çıkartmak değil mi?
  • که عرض اظهار سر جوهرست  ** وصف باقی وین عرض بر معبرست 
  • Maksat cevherin sırrını meydana çıkartmaktır. Vasıf bakidir, bu arazsa geçici.
  • این نشان زر نماند بر محک  ** زر بماند نیک نام و بی ز شک 
  • Altının mihenkte bıraktığı iz kalmaz, fakat şüphe yok ki altın, adı iyi olarak kalır.
  • این صلات و این جهاد و این صیام  ** هم نماند جان بماند نیک‌نام 
  • Bu namaz, bu savaş ve bu oruç da kalmaz. Fakat can, iyi adla iyi sanla kalır.
  • جان چنین افعال و اقوالی نمود  ** بر محک امر جوهر را بسود  250
  • Can böyle işler, böyle sözler gösterdi de cevherini, buyruk mihengine sürdü;
  • که اعتقادم راستست اینک گواه  ** لیک هست اندر گواهان اشتباه 
  • İnanışım doğrudur. İşte tanığım da buracıkta dedi. Fakat tanıklar şüphelidir.
  • تزکیه باید گواهان را بدان  ** تزکیش صدقی که موقوفی بدان 
  • Bil ki tanıkları tezkiye lazımdır: Senin davanı kabul etmek, tezkiyeye bağlıdır.
  • حفظ لفظ اندر گواه قولیست  ** حفظ عهد اندر گواه فعلیست 
  • Sözü doğru söylemek, söze ait tanıktadır, ahdi korumak da işe ait tanıkta.
  • گر گواه قول کژ گوید ردست  ** ور گواه فعل کژ پوید ردست 
  • Söz tanığı eğri söylerse reddedilir, iş tanığı da eğri yürür, koşarsa yine reddedilir.
  • قول و فعل بی‌تناقض بایدت  ** تا قبول اندر زمان بیش آیدت  255
  • Sözde ve işte bir ayrılık olmamalı ki bu tanıklar kabul edilsin.
  • سعیکم شتی تناقض اندرید  ** روز می‌دوزید شب بر می‌درید 
  • “Çalışmanız ayrı ayrı; aykırılıklar içindesiniz” Gündüz dikiyorsunuz gece söküyorsunuz!
  • پس گواهی با تناقض کی شنود  ** یا مگر حلمی کند از لطف خود 
  • Peki sözleri birbirine uymayan şahidi kim dinler? Meğer ki Allah kendi lütfu ile bir hilim göstere.
  • فعل و قول اظهار سرست و ضمیر  ** هر دو پیدا می‌کند سر ستیر 
  • Söz ve iş, içtekini, sırrı meydana vurmaktadır. Her ikisi, gizli sırrı meydana çıkarır.
  • چون گواهت تزکیه شد شد قبول  ** ورنه محبوس است اندر مول مول 
  • Tanığın tezkiye edildi mi kabul olunur, yoksa yerinde sayar emekler durur.
  • تا تو بستیزی ستیزند ای حرون  ** فانتظرهم انهم منتظرون  260
  • A inatçı, sen inat ettikçe onlar da ederler. “Sen onları bekleyedur onlar da bekliyorlar!..
  • عرضه کردن مصطفی علیه‌السلام شهادت را بر مهمان خویش 
  • Mustafa aleyhisselam’ın konuğuna şahadeti arzetmesi
  • این سخن پایان ندارد مصطفی  ** عرضه کرد ایمان و پذرفت آن فتی 
  • Bu söze son yoktur, Mustafa, ona iman etmesini söyledi, o da kabul etti.
  • آن شهادت را که فرخ بوده است  ** بندهای بسته را بگشوده است 
  • O kutlu şahadet bağlanmış düğümleri çözdü.
  • گشت مؤمن گفت او را مصطفی  ** که امشبان هم باش تو مهمان ما 
  • İmana geldi. Mustafa ona dedi ki: Bu gece de bizim konuğumuz ol.
  • گفت والله تا ابد ضیف توم  ** هر کجا باشم بهر جا که روم 
  • Adam vallahi dedi, ebedi olarak senin konuğunum. Nerede olursam olayım, nereye gidersem gideyim sana misafirim.
  • زنده کرده و معتق و دربان تو  ** این جهان و آن جهان بر خوان تو  265
  • Beni dirilttin, senin azatlın, senin kapıcınım. Bu alemde senin sofranın başında, o alem de.
  • هر که بگزیند جزین بگزیده خوان  ** عاقبت درد گلویش ز استخوان 
  • Bu seçilmiş sofradan başka bir sofra seçen kişinin boğazını, nihayet kemik yırtar deler.