English    Türkçe    فارسی   

5
326-375

  • این در آن حیران شده کان بر چیست  ** هر چشنده آن دگر را نافیست 
  • Bu ona bakıp ne yapıyor, ne iş işliyor diye hayrette. Bu şaraptan her tadan kişi, öbürünün yaptığını boş bulmada.
  • آن خیالات ار نبد نامتلف  ** چون ز بیرون شد روشها مختلف 
  • O hayaller birbirine aykırı olamasaydı görünen gidişler, nasıl olur da birbirine zıt olur, zıt görünürdü?
  • قبله‌ی جان را چو پنهان کرده‌اند  ** هر کسی رو جانبی آورده‌اند 
  • Hepsi de can kıblesini kaybetmişlerdir de onun için herkes, bir yana yüz çevirmiştir.
  • تمثیل روشهای مختلف و همتهای گوناگون به اختلاف تحری متحریان در وقت نماز قبله را در وقت تاریکی و تحری غواصان در قعر بحر 
  • Birbirine aykırı gidişler ve çeşitli didinişler, karanlıkta kıblenin ne tarafta olduğunu arayanların haline ve denizin dibinde inci arayan dalgıçların durumuna benzer
  • هم‌چو قومی که تحری می‌کنند  ** بر خیال قبله سویی می‌تنند 
  • Nitekim bir bölük halk da kıble nerede diye ararlar, bir hayale kapılıp her yana döner dururlar.
  • چونک کعبه رو نماید صبحگاه  ** کشف گردد که کی گم کردست راه  330
  • Sabah olup ta Kâbe yüz gösterdi mi kimin yol yitirdiği anlaşılır.
  • یا چو غواصان به زیر قعر آب  ** هر کسی چیزی همی‌چیند شتاب 
  • Yahut da dalgıçlar gibi hani. Hepsi denize dalar, herkes, denizin dibinde eline ne geçerse aceleyle devşirir.
  • بر امید گوهر و در ثمین  ** توبره پر می‌کنند از آن و این 
  • Değerli inci ümidiyle şunu bunu torbalarına doldururlar.
  • چون بر آیند از تگ دریای ژرف  ** کشف گردد صاحب در شگرف 
  • O koca denizin dibinden çıktılar mı iri değerli inci kimdeyse meydana çıkar.
  • وآن دگر که برد مروارید خرد  ** وآن دگر که سنگ‌ریزه و شبه برد 
  • Öbürünün küçük inci, daha öbürünün de kırık taş parçaları ve boncuk bulduğu anlaşılır.
  • هکذی یبلوهم بالساهره  ** فتنة ذات افتضاح قاهره  335
  • İşte onları uykularından uyaracak olan, kahredici ve kötülükleri açığa vurucu bulunan kıyamette buna benzer.
  • هم‌چنین هر قوم چون پروانگان  ** گرد شمعی پرزنان اندر جهان 
  • Her bölük pervaneler gibi alemde bir mumun etrafında dönüp dolaşır.
  • خویشتن بر آتشی برمی‌زنند  ** گرد شمع خود طوافی می‌کنند 
  • Kendilerini bir ateşe vururlar ama hakikatte kendi mumlarının çevresinde dolanmaktadırlar.
  • بر امید آتش موسی بخت  ** کز لهیبش سبزتر گردد درخت 
  • Alevinden ağacın daha ziyade yeşerdiği bahtı yaver Musa’nın ateşini umarlar.
  • فضل آن آتش شنیده هر رمه  ** هر شرر را آن گمان برده همه 
  • Her sürü o ateşin ihsanını duymuştur; herkes her kıvılcımı o ateş sanır.
  • چون برآید صبحدم نور خلود  ** وا نماید هر یکی چه شمع بود  340
  • Fakat sabah çağı, ebedilik nuru doğdu mu her biri, etrafında döndüğü nurun ne biçim bir mum olduğunu görür.
  • هر کرا پر سوخت زان شمع ظفر  ** بدهدش آن شمع خوش هشتاد پر 
  • Kim o zafer mumu ile kanadını yakmış ise o mum, ona seksen tane kanat bağışlar.
  • جوق پروانه‌ی دو دیده دوخته  ** مانده زیر شمع بد پر سوخته 
  • Nice pervaneler iki gözlerini yummuşlardır da kötü bir muma atılmışlardır, kanatlarını yakıp onun altına düşe kalmışlardır.
  • می‌طپد اندر پشیمانی و سوز  ** می‌کند آه از هوای چشم‌دوز 
  • Pişmanlıkla, hararetle çırpınıp dururlar. Gözlerinin bağı olmasına, böylece bir havaya körcesine düşmelerine ah ederler.
  • شمع او گوید که چون من سوختم  ** کی ترا برهانم از سوز و ستم 
  • Mum da ben yandım, seni yanmadan, cefa ve elemden nasıl kurtarabilirdim? der.
  • شمع او گریان که من سرسوخته  ** چون کنم مر غیر را افروخته  345
  • Mum da ağlaya ağlaya der ki: Benim bile başım yandı, artık başkasını nasıl aydınlatabilirim?
  • تفسیر یا حسرة علی العباد 
  • “Ey hasret, hazır ol o kullara ki” ayetinin tefsiri
  • او همی گوید که از اشکال تو  ** غره گشتم دیر دیدم حال تو 
  • O “Senin ahvaline baktım da gururlandım, halini geç gördüm” der.
  • شمع مرده باده رفته دلربا  ** غوطه خورد از ننگ کژبینی ما 
  • Mum sönmüş, şarap bitmiş, sevgili de bizim eğri görüşümüzden utanmış, dalgalara batmış, gömülmüştür.
  • ظلت الارباح خسرا مغرما  ** نشتکی شکوی الی الله العمی 
  • Faydalar, ziyanın ve helakin ta kendisi olmuştur. Artık, körlükten Allahya şikayet et dur.
  • حبذا ارواح اخوان ثقات  ** مسلمات مومنات قانتات 
  • Halbuki ne güzeldir inanılır müslüman, iman sahibi ve ibadet edip duran kardeşlerin ruhları.
  • هر کسی رویی به سویی برده‌اند  ** وان عزیزان رو به بی‌سو کرده‌اند  350
  • Herkes bir yana yüz tutmuştur. O azizlerse hiç yanda olmayana yüz çevirmişlerdir.
  • هر کبوتر می‌پرد در مذهبی  ** وین کبوتر جانب بی‌جانبی 
  • Her güvercin bir yana uçmuştur, bu güvercinse cihetsizlik tarafına!
  • ما نه مرغان هوا نه خانگی  ** دانه‌ی ما دانه‌ی بی‌دانگی 
  • Biz ne hava kuşlarıyız, ne ev kuşları. Bizim yemimiz yemsizlik yemidir.
  • زان فراخ آمد چنین روزی ما  ** که دریدن شد قبادوزی ما 
  • Onun için rızkımız böyle bol bol gelmededir; çünkü, bizim elbise dikmemiz elbiseyi yırtmaktır!
  • سبب آنک فرجی را نام فرجی نهادند از اول 
  • Fereciye önce fereci denmesinin sebebi
  • صوفیی بدرید جبه در حرج  ** پیشش آمد بعد به دریدن فرج 
  • Sofinin biri bir iç sıkıntısına uğradı, cüppesinin önünü yırttı, ondan sonra ferahladı.
  • کرد نام آن دریده فرجی  ** این لقب شد فاش زان مرد نجی  355
  • O yırtık cüppeye fereci (ferahlık) adını koydu. Bu lâkap, o kurtulmuş adamdan sonra yayıldı.
  • این لقب شد فاش و صافش شیخ برد  ** ماند اندر طبع خلقان حرف درد 
  • Yayıldı ama safını şeyh aldı, götürdü, halka tortudan ibaret olan adı kaldı.
  • هم‌چنین هر نام صافی داشتست  ** اسم را چون دردیی بگذاشتست 
  • Böylece her şeyin bir saf ve tortusuz tarafı vardır, adını da tortu gibi aleme bırakmıştır.
  • هر که گل خوارست دردی را گرفت  ** رفت صوفی سوی صافی ناشکفت 
  • Kim toprak yemeyi adet edinmişse tortuya yapışmıştır. Sofi ise hemencecik safın bulunduğu tarafa gider.
  • گفت لابد درد را صافی بود  ** زین دلالت دل به صفوت می‌رود 
  • Elbette tortunun bir safı vardır der ve gönül, bu delaletle saflığa varır, ulaşır.
  • درد عسر افتاد و صافش یسر او  ** صاف چون خرما و دردی بسر او  360
  • Tortu güçlüktür, safı da kolaylığı. Saf, hurmaya benzer, tortu da hurma çağlasına.
  • یسر با عسرست هین آیس مباش  ** راه داری زین ممات اندر معاش 
  • Güçlük kolaylıkla beraberdir, kendine gel, ümidini kesme. Bu ölümden sonra hayata yol var.
  • روح خواهی جبه بشکاف ای پسر  ** تا از آن صفوت برآری زود سر 
  • Oğul ferahlamak istiyorsan cüppeni yırt da o saflıktan hemencecik baş çıkarsın.
  • هست صوفی آنک شد صفوت‌طلب  ** نه از لباس صوف و خیاطی و دب 
  • Sofi saflığı dileyen kişidir. Sofilik, sof elbiseyle, terzilikle, yavaş yavaş yürümekle olmaz.
  • صوفیی گشته به پیش این لام  ** الخیاطه واللواطه والسلام 
  • Fakat bu alçak ve aşağılık kişilerce sofuluk, terzilikten ve oğlancılıktan ibarettir.
  • بر خیال آن صفا و نام نیک  ** رنگ پوشیدن نکو باشد ولیک  365
  • Fakat o saflık, o iyi ad, san hayaliyle bu renge bürünmek de iyidir ama,
  • بر خیالش گر روی تا اصل او  ** نی چو عباد خیال تو به تو 
  • O hayalle asla kadar gitmek şartıyla. Kat kat hayale tapanlar gibi değil.
  • دور باش غیرتت آمد خیال  ** گرد بر گرد سراپرده‌ی جمال 
  • Hayal, seni güzellik otağının çevresine sokulmaktan men eden gayret çavuşudur.
  • بسته هر جوینده را که راه نیست  ** هر خیالش پیش می‌آید بیست 
  • O, her arayanın yolunu, yol yok, diye keser. Onun hayali geldi mi, sana, dur, der.
  • جز مگر آن تیزکوش تیزهوش  ** کش بود از جیش نصرتهاش جوش 
  • Ancak kulağı delik ve anlayışlı kişiyi durdurmaz. Çünkü o, Allah yardımı askerine sığınmış, o sayede coşup köpürmüştür.
  • نجهد از تخییلها نی شه شود  ** تیر شه بنماید آنگه ره شود  370
  • O, ne hayallerden ürker, sıçrar, ne de padişahlık taslar. Padişahın nişane olarak verdiği oku gösterir, yoluna gider.
  • این دل سرگشته را تدبیر بخش  ** وین کمانهای دوتو را تیر بخش 
  • Allahm, bu şaşkın gönle bir ok bağışla, bu iki kat olmuş yaylara bir ok ver.
  • جرعه‌ای بر ریختی زان خفیه جام  ** بر زمین خاک من کاس الکرام 
  • Uluların içtikleri o gizli kadehten yeryüzüne bir yudumcuk saçtın.
  • هست بر زلف و رخ از جرعه‌ش نشان  ** خاک را شاهان همی‌لیسند از آن 
  • Güzellerin saçlarında, yüzlerinde o bir yudumcuk şarabın nişanesi var. Padişahlar, bu yüzden topraktan meydana gelen güzelleri yalar dururlar.
  • جرعه حسنست اندر خاک گش  ** که به صد دل روز و شب می‌بوسیش 
  • Gece gündüz yüzlerce gönülle o topraktan meydana gelen güzeli öpüp durman, onda güzelliğin bir zerresi bulunduğundandır.
  • جرعه خاک آمیز چون مجنون کند  ** مر ترا تا صاف او خود چون کند  375
  • Seni, toprakla karışmış bir yudumcuk güzellik şarabı böyle deli divane ediyor, artık onun safı neler yapmaz?