-
ذکر آن اریاح سرد و زمهریر ** اندر آن ازمان و ایام عسیر 1820
- Hani buz da, soğuk rüzgârları, zemheriyi, yaz günlerinde o güç zamanları söyler ya.
-
همچو آن میوه که در وقت شتا ** میکند افسانهی لطف خدا
- Kışın meyve ve Allah lûtfunun hikâyelerini anlatır.
-
قصهی دور تبسمهای شمس ** وآن عروسان چمن را لمس و طمس
- Güneşin gülümsediği zamanları, çimen gelinlerine dokunup eksiltmesini söyler.
-
حال رفت و ماند جزوت یادگار ** یا ازو واپرس یا خود یاد آر
- İşte onun gibi senden de hal gitti, cüzün o halin armağanı olarak kaldı. Ya ona sor, yahut da hatırla.
-
چون فرو گیرد غمت گر چستیی ** زان دم نومید کن وا جستیی
- Gama giriftar oldun mu çeviksen derhal sıçrar, o ümitsizlik deminden kurtulursun.
-
گفتییش ای غصهی منکر به حال ** راتبهی انعامها را زان کمال 1825
- Ona, ey hali, nimetleri o yüceliği inkâr eden gam, dersin...
-
گر بهر دم نت بهار و خرمیست ** همچو چاش گل تنت انبار چیست
- Her dem baharda, neşede değilsin de gül yığınına benzeyen bedenin, neyin ambarı ya?
-
چاش گل تن فکر تو همچون گلاب ** منکر گل شد گلاب اینت عجاب
- Gül yığını bedenin, düşüncen de gül suyu gibi. Gül suyu, gülü inkâr ediyor ha. Şaşılacak şey bu işte!
-
از کپیخویان کفران که دریغ ** بر نبیخویان نثار مهر و میغ
- Nimetleri inkâr eden maymun huylulardan saman bile esirgenir. Fakat peygamber huylu kişilere güneş ve bulut, saçı olarak saçılır.
-
آن لجاج کفر قانون کپیست ** وآن سپاس و شکر منهاج نبیست
- O küfür inadı, maymun âdetidir. Şu hamd-ü şükürse Peygamberin yoludur.
-
با کپیخویان تهتکها چه کرد ** با نبیرویان تنسکها چه کرد 1830
- Perdelerin yırtılması, maymun huylulara neler etti? Peygambere benzeyenlerse ibadetleri, ne faydalar verdi!
-
در عمارتها سگانند و عقور ** در خرابیهاست گنج عز و نور
- Mamur yerlerde kuduz köpekler vardır. Yücelik ve nur definesi, yıkık yerlerdedir.
-
گر نبودی این بزوغ اندر خسوف ** گم نکردی راه چندین فیلسوف
- Şu doğma, ayın tutulmasında olmasaydı bunca filozof, yolu kaybeder miydi hiç?
-
زیرکان و عاقلان از گمرهی ** دیده بر خرطوم داغ ابلهی
- Akıllı fikirli kişiler, bu yol yitirme yüzünden burunlarının üstünde ahmaklık dağını gördüler!
-
باقی قصهی فقیر روزیطلب بیواسطهی کسب
- Kazanmadan rızık dileyen yoksul hikâyesi
-
آن یکی بیچارهی مفلس ز درد ** که ز بیچیزی هزاران زهر خورد
- Çaresiz bir müflis, derde düşmüştü. Hiçbir şeyi yoktu, binlerce zehir yutmuştu.
-
لابه کردی در نماز و در دعا ** کای خداوند و نگهبان رعا 1835
- Namazlarda, dualarda yalvarmakta, ey Allahm, ey kurdu kuşu koruyan!
-
بی ز جهدی آفریدی مر مرا ** بی فن من روزیم ده زین سرا
- Sen, beni yorulmadan, çalışıp çabalamadan yarattın. Şu âlemde rızkımı da benim kazancım olmadan ver.
-
پنج گوهر دادیم در درج سر ** پنج حس دیگری هم مستتر
- Başımda gizli olan beş inci verdin. Beş duygu daha ihsan ettin ki onlar da gizli.
-
لا یعد این داد و لا یحصی ز تو ** من کلیلم از بیانش شرمرو
- Bu ihsanların sayıya sığmaz. Ben utanıyorum, anlatmadan âcizim.
-
چونک در خلاقیم تنها توی ** کار رزاقیم تو کن مستوی
- Beni yaratan yalnız sensin. Rızkımı da sen düzene koy demekteydi.
-
سالها زو این دعا بسیار شد ** عاقبت زاری او بر کار شد 1840
- Yıllarca bu duada bulundu. Nihayet ağlayıp yalvarışı tesir etti.
-
همچو آن شخصی که روزی حلال ** از خدا میخواست بیکسب و کلال
- Hani çalışmadan, yorulmadan helâl bir rızk isteyen adam vardı ya, onun gibi.
-
گاو آوردش سعادت عاقبت ** عهد داود لدنی معدلت
- Nihayet Allah adaletine sahip Davut Peygamber zamanında bir öküz, onu kutluluğa ulaştırmıştı.
-
این متیم نیز زاریها نمود ** هم ز میدان اجابت گو ربود
- Bu adamda yüzünü yerlere sürdü, yalvarıp sızladı, nihayet meydandan icabet topunu çeldi.
-
گاه بدظن میشدی اندر دعا ** از پی تاخیر پاداش و جزا
- Bazen duasının kabul edilmeyişine bakıp kötü zanlara düşüyor, niçin duam kabul edilmiyor diyor,
-
باز ارجاء خداوند کریم ** در دلش بشار گشتی و زعیم 1845
- Derken yine Allah’nın lûtuf ve keremi, gönlüne muştuluklar veriyor, duasının kabul edileceğine delil oluyordu.
-
چون شدی نومید در جهد از کلال ** از جناب حق شنیدی که تعال
- Çalışıp çabalarken yorulup ümitsizliğe düşünce Allah tapısında gel sesini duyuyordu.
-
خافضست و رافعست این کردگار ** بی ازین دو بر نیاید هیچ کار
- Allah alçaltıcıdır, yücelticidir. Bu ikisinden başka hiçbir işi yoktur.
-
خفض ارضی بین و رفع آسمان ** بی ازین دو نیست دورانش ای فلان
- Yerin alçalışına bak, göğün yücelişine bak. Kâinatın devranı bu ikisinden hâli değildir.
-
خفض و رفع این زمین نوعی دگر ** نیم سالی شوره نیمی سبز و تر
- Şu yerin yücelip alçalışı da bir başka çeşittir. Yılın yarısında çorak bir hale gelir, yarısında yeşerir, tazeleşir.
-
خفض و رفع روزگار با کرب ** نوع دیگر نیم روز و نیم شب 1850
- Mihnetle dolu olan zamanın yücelip alçalması, büsbütün başka bir tarzdadır. Yirmi dört saatin yarısı günden olur, yarısı gece.
-
خفض و رفع این مزاج ممترج ** گاه صحت گاه رنجوری مضج
- Zıtlarla uzlaşan mizacın yükselmesi, alçalması da şudur: Gâh insan sıhhatli olur, gâh hastalanır, inler.
-
همچنین دان جمله احوال جهان ** قحط و جدب و صلح و جنگ از افتتان
- Dünyanın bütün hallerini böyle bil. Kıtlık, bolluk, barış, savaş, hep denemelerden meydana gelir.
-
این جهان با این دو پر اندر هواست ** زین دو جانها موطن خوف و رجاست
- Şu dünya, havada bu iki kanatla uçar. Canlar da bu ikisi yüzünden korku ve ümit yurtlarında yurt edinirler.
-
تا جهان لرزان بود مانند برگ ** در شمال و در سموم بعث و مرگ
- Böylece dünya, şimal rüzgârına benzeyen hayatla ve sam yeli gibi olan ölümle titrer durur.
-
تا خم یکرنگی عیسی ما ** بشکند نرخ خم صدرنگ را 1855
- Nihayet İsa’mızın tek renge boyayan birlik küpü yüzlerce renkli küpleri kırar.
-
کان جهان همچون نمکسار آمدست ** هر چه آنجا رفت بیتلوین شدست
- Çünkü o âlem, tuzlaya benzer. Oraya ne düşerse renkten arınır.
-
خاک را بین خلق رنگارنگ را ** میکند یک رنگ اندر گورها
- Toprağa bak. Çeşit, çeşit renkte bulunan insanları mezarlarda bir renge sokmada.
-
این نمکسار جسوم ظاهرست ** خود نمکسار معانی دیگرست
- Bu, görünen bedenlerin tuzlası, mâna âlemine ait tuzlaysa bundan tamamı ile ayrıdır.
-
آن نمکسار معانی معنویست ** از ازل آن تا ابد اندر نویست
- O mâna tuzlası mânevidir. O, ezelden ebede kadar yenilikler içindedir.
-
این نوی را کهنگی ضدش بود ** آن نوی بی ضد و بی ند و عدد 1860
- Eskilik bu yeniliğin zıddıdır. Halbuki o âlemin yeniliği zıtsızdır, eşsizdir, sayıya da sığmaz.
-
آنچنان که از صقل نور مصطفی ** صد هزاران نوع ظلمت شد ضیا
- Nitekim Mustafa’nın nurunun cilâsı ile yüz binlerce çeşit karanlık ışık kesildi.
-
از جهود و مشرک و ترسا و مغ ** جملگی یکرنگ شد زان الپ الغ
- O ulu er yüzünden Yahudilerin, Allah’ya şirk koşanların, Hıristiyanların, Mecusilerin hepsi bir renge boyandılar.
-
صد هزاران سایه کوتاه و دراز ** شد یکی در نور آن خورشید راز
- Yüz binlerce kısa ve uzun gölgeler o sır denizinin nurunda bir oldular.
-
نه درازی ماند نه کوته نه پهن ** گونه گونه سایه در خورشید رهن
- Ne uzunluk kaldı, ne kısalık, ne genişlik. Çeşit, çeşit gölgeler, güneşe rehin oldu.
-
لیک یکرنگی که اندر محشرست ** بر بد و بر نیک کشف و ظاهرست 1865
- Fakat mahşerdeki tek renge boyanış, iyiye de apaçık görünür, kötüye de.
-
که معانی آن جهان صورت شود ** نقشهامان در خور خصلت شود
- O âlemde mânalar, surete bürünürler. Suretlerimiz, hülyalarımıza uygun olur.
-
گردد آنگه فکر نقش نامهها ** این بطانه روی کار جامهها
- O zamanda mektupların sureti açığa çıkar, elbiselerin astarı yüz olur, herkesin içi, dışına döner.
-
این زمان سرها مثال گاو پیس ** دوک نطق اندر ملل صد رنگ ریس
- Şimdi gizli şeyler, alacalı öküze benzer. Söz iği, âlem içinde yüzlerce renkte bir iplik gibi görünür.
-
نوبت صدرنگیست و صددلی ** عالم یک رنگ کی گردد جلی
- Şimdi yüzlerce renge boyanma, yüzlerce gönül sahibi olma devri. Tek renkli olma âlemi nereden tecelli edecek?