-
رزق ما در کاس زرین شد عقار ** وآن سگان را آب تتماج و تغار
- Bizim rızkımız, altın kâse içindeki şarap, köpeklerin rızkı, yal yedikleri yere dökülen tutamaç suyu.
-
لایق آنک بدو خو دادهایم ** در خور آن رزق بفرستادهایم
- Ne huyla huylandırdıysak ona lâyıksın. Seni o rızk için göndermişizdir.
-
خوی آن را عاشق نان کردهایم ** خوی این را مست جانان کردهایم
- Onu ekmeğe âşık ettik, o huyu verdik ona. Bunu sevgiliye âşık ettik, sarhoş yaptık, bu huyu verdik buna.
-
چون به خوی خود خوشی و خرمی ** پس چه از درخورد خویت میرمی 1905
- Huyundan razıysan, hoşlanıyorsan neden ondan kaçıyorsun öyleyse?
-
مادگی خوش آمدت چادر بگیر ** رستمی خوش آمدت خنجر بگیر
- Dişilik hoşuna gittiyse çarşafa gir. Rüstemlikten hoşlanıyorsan al hançeri!
-
این سخن پایان ندارد وآن فقیر ** گشته است از زخم درویشی عقیر
- Bu sözün sonu yoktur. O yoksul da yoksulluk derdiyle arıkladı, gücü kuvveti kalmadı.
-
قصهی آن گنجنامه کی پهلوی قبهای روی به قبله کن و تیر در کمان نه بینداز آنجا کی افتد گنجست
- Yoksulun üstünde “Bir kubbenin yanında dur, yüzünü kıbleye çevir,bir ok at,nereye düşerse orada define vardır” yazılı bir kağıdı ele geçirmesi
-
دید در خواب او شبی و خواب کو ** واقعهی بیخواب صوفیراست خو
- Bir gece rüyasında gördü. Ne rüyası, rüya nerede? Doğru özlü sofi, uyumadan rüya görür.
-
هاتفی گفتش کای دیده تعب ** رقعهای در مشق وراقان طلب
- Hâtif ona dedi ki: Ey bir çok yorgunluklar görmüş er, kâğıtçılarda bir kâğıt ara.
-
خفیه زان وراق کت همسایه است ** سوی کاغذپارههاش آور تو دست 1910
- Komşun olan kâğıtçıda gizlidir o. Kâğıtlarını ele al.
-
رقعهای شکلش چنین رنگش چنین ** بس بخوان آن را به خلوت ای حزین
- Onların arasında şu şekilde, şu renkte bir kâğıt var. Onu gizle bir yerde oku.
-
چون بدزدی آن ز وراق ای پسر ** پس برون رو ز انبهی و شور و شر
- Oğul, onu kâğıtçıdan çaldın mı kalabalıktan, iyi kötü adamlardan bir kenara çekil.
-
تو بخوان آن را به خود در خلوتی ** هین مجو در خواندن آن شرکتی
- Yalnızca oku. Okurken kimseyi yanında bulundurma.
-
ور شود آن فاش هم غمگین مشو ** که نیابد غیر تو زان نیم جو
- İş yayılır, ortaya düşerse bile dertlenme. O defineden senden başka hiç kimsecik, bir arpa bile alamaz.
-
ور کشد آن دیر هان زنهار تو ** ورد خود کن دم به دم لاتقنطوا 1915
- Elde etmen uzarsa sakın ümitsizlenme. Her an “ Allahdan ümit kesmeyin” âyetini vird edin.
-
این بگفت و دست خود آن مژدهور ** بر دل او زد که رو زحمت ببر
- O muştucu, bunu söyleyip elini, adamın göğsüne koydu, hadi dedi, yürü, zahmet çek!
-
چون به خویش آمد ز غیبت آن جوان ** مینگنجید از فرح اندر جهان
- O genç, dalgınlık âleminden kendine gelince ferahından âdeta dünyaya sığmıyordu.
-
زهرهی او بر دریدی از قلق ** گر نبودی رفق و حفظ و لطف حق
- Allah’nın koruması ve lûtfu olmasaydı sevincinden çatlayacaktı doğrusu.
-
یک فرح آن کز پس شصد حجاب ** گوش او بشنید از حضرت جواب
- Öyle bir sevinmişti ki. Kulağı, altı yüz perdenin ardından Allah sesini duymuştu.
-
از حجب چون حس سمعش در گذشت ** شد سرافراز و ز گردون بر گذشت 1920
- İşitme duygusu, perdeleri aşmış, başını yüceltmiş, feleği geçmişti.
-
که بود کان حس چشمش ز اعتبار ** زان حجاب غیب هم یابد گذار
- Öyle bir an olur ki insanın görüş duygusu, ibret ıssı olur, gaip perdesinden bile geçer.
-
چون گذاره شد حواسش از حجاب ** پس پیاپی گرددش دید و خطاب
- Duyguları, perdeyi aştı mı artık birbiri ardına ve boyuna görür, duyar.
-
جانب دکان وراق آمد او ** دست میبرد او به مشقش سو به سو
- Adam, kâğıtçı dükkânına geldi. Meşk kâğıtlarına el attı.
-
پیش چشمش آمد آن مکتوب زود ** با علاماتی که هاتف گفته بود
- O yazılı kâğıt, çabucak gözüne ilişti, Hâtif’in söylediği âlametlerin hepside o kâğıtta vardı.
-
در بغل زد گفت خواجه خیر باد ** این زمان وا میرسم ای اوستاد 1925
- Kâğıdı koltuğuna koyup hayırlı pazarlar olsun usta, ben gidiyorum artık, dedi.
-
رفت کنج خلوتی و آن را بخواند ** وز تحیر واله و حیران بماند
- Tenha bir bucağa çekildi, kâğıdı okudu. Âdeta şaşırdı kaldı.
-
که بدین سان گنجنامهی بیبها ** چون فتاده ماند اندر مشقها
- Bir definenin yerini göstermekte olan böyle bir değer biçilmez kâğıt, meşk kâğıtlarının arasına nasıl girmişti?
-
باز اندر خاطرش این فکر جست ** کز پی هر چیز یزدان حافظست
- Sonra aklına şu geldi: Her şeyi koruyan, Allahdır.
-
کی گذارد حافظ اندر اکتناف ** که کسی چیزی رباید از گزاف
- Koruyucu Allah, nasıl olur da birisinin, abes yere bir şey aşırmasına müsaade eder?
-
گر بیابان پر شود زر و نقود ** بی رضای حق جوی نتوان ربود 1930
- Ova, baştanbaşa altınla, para ile dolu olsa hiç kimse, Allahnın izni olmadıkça bir arpa bile alamaz.
-
ور بخوانی صد صحف بی سکتهای ** بی قدر یادت نماند نکتهای
- Tutulmadan, kekelemeden yüzlerce kitap okusan Allah taktir etmediyse aklında hiçbir şey kalmaz.
-
ور کنی خدمت نخوانی یک کتاب ** علمهای نادره یابی ز جیب
- Fakat Allah’ya kulluk edersen bir kitap bile okumadan yeninden, yakandan duyulmadık bilgiler bulursun.
-
شد ز جیب آن کف موسی ضو فشان ** کان فزون آمد ز ماه آسمان
- Musa’nın avucu, koynundan ziyalandı, nurlar saçtı; nuru, gökyüzündeki aydan da üstündü.
-
کانک میجستی ز چرخ با نهیب ** سر بر آوردستت ای موسی ز جیب
- Bu heybetli gökyüzünden dilediğin, ey Musa, koynundan baş gösterdi.
-
تا بدانی که آسمانهای سمی ** هست عکس مدرکات آدمی 1935
- Bil ki yüce gökler, insanın anladığı şeylerin aksidir; gökler, o akisten ibarettir.
-
نی که اول دست برد آن مجید ** از دو عالم پیشتر عقل آفرید
- Yüce ulu Allah’nın eli, iki âlemden de önce aklı yaratmadı mı?
-
این سخن پیدا و پنهانست بس ** که نباشد محرم عنقا مگس
- Bu söz, hem apaçıktır, hem de pek gizli. Çünkü sinek, ankaya mahrem olamaz.
-
باز سوی قصه باز آ ای پسر ** قصهی گنج و فقیر آور به سر
- Oğul, yine hikâyeye dön de defineyle o yoksulun kıssasını tamamla.
-
تمامی قصهی آن فقیر و نشان جای آن گنج
- Yoksul ve definenin bulunduğu yer
-
اندر آن رقعه نبشته بود این ** که برون شهر گنجی دان دفین
- Kâğıtta şu yazılıydı: Bil ki şehrin dışında bir define var.
-
آن فلان قبه که در وی مشهدست ** پشت او در شهر و در در فدفدست 1940
- İçinde mezar olan filân kubbe var ya. Hani arkası şehre, kapısı Ferkat yıldızına karşı.
-
پشت با وی کن تو رو در قبله آر ** وانگهان از قوس تیری بر گذار
- O türbeyi ardına al, yüzünü kıbleye çevir. Sonra yayla bir ok at.
-
چون فکندی تیر از قوس ای سعاد ** بر کن آن موضع که تیرت اوفتاد
- Kutlu kişi, yaydan oku attın mı okun düştüğü yeri kaz!
-
پس کمان سخت آورد آن فتی ** تیر پرانید در صحن فضا
- O yiğit kuvvetli bir yay aldı, oku boşluğa doğru attı.
-
زو تبر آورد و بیل او شاد شاد ** کند آن موضع که تیرش اوفتاد
- Derhal kazma kürek getirdi. Sevine,sevine okunun düştüğü yeri kazmaya koyuldu.
-
کند شد هم او و هم بیل و تبر ** خود ندید از گنج پنهانی اثر 1945
- Hem kendi körleşti, hem kazması, küreği. Fakat gizli defineden hiçbir eser görünmedi.
-
همچنین هر روز تیر انداختی ** لیک جای گنج را نشناختی
- Böylece her gün ok atıyor, düştüğü yeri kazıyor, fakat bir türlü definenin yerini bulamıyordu.
-
چونک این را پیشه کرد او بر دوام ** فجفجی در شهر افتاد و عوام
- Bunu âdet edindi. Daima orayı burayı kazıp durduğundan şehre bir dedikodudur yayıldı, iş halkın ağzına düştü.
-
فاش شدن خبر این گنج و رسیدن به گوش پادشاه
- Definenin halkın ağzına düşmesi ve padişah tarafından duyulması
-
پس خبر کردند سلطان را ازین ** آن گروهی که بدند اندر کمین
- Pusuda duran, fırsat gözleyen adamlar, bu işi padişaha haber verdiler.
-
عرضه کردند آن سخن را زیردست ** که فلانی گنجنامه یافتست
- Filân, bir define bildiren kâğıt bulmuş diye söylediler.
-
چون شنید این شخص کین با شه رسید ** جز که تسلیم و رضا چاره ندید 1950
- Adam, padişah tarafından duyulduğunu anlayınca teslim olmadan, kadere boyun eğmeden başka çare görmedi.
-
پیش از آنک اشکنجه بیند زان قباد ** رقعه را آن شخص پیش او نهاد
- Padişah kendisine işkence yapmadan, kâğıdı padişahın önüne koydu.