English    Türkçe    فارسی   

6
3009-3058

  • خاک از همسایگی جسم پاک  ** چون مشرف آمد و اقبال‌ناک 
  • Toprak bile temiz bir bedenle komşu olduğundan şereflenir, devlet bulursa,
  • پس تو هم الجار ثم الدار گو  ** گر دلی داری برو دلدار جو  3010
  • Artık sen “Önce komşu gerek sonra ev” de. Gönlün varsa yürü, bir gönül sahibi dost ara.
  • خاک او هم‌سیرت جان می‌شود  ** سرمه‌ی چشم عزیزان می‌شود 
  • Onun toprağı bile can huyunu almış, aziz kişilerin gözlerine sürme olmuştur.
  • ای بسا در گور خفته خاک‌وار  ** به ز صد احیا به نفع و انتشار 
  • Nice toprak gibi mezarlarda yatanlar var ki faydaları, feyizleri bakımından yüzlerce diriden yeğ.
  • سایه برده او و خاکش سایه‌مند  ** صد هزاران زنده در سایه‌ی ویند 
  • Gölgesini gizlemiş ama toprağı, gölge vermekte. Yüz binlerce diri, onun gölgesinde gölgelenmekte.
  • داستان آن مرد کی وظیفه داشت از محتسب تبریز و وامها کرده بود بر امید آن وظیفه و او را خبر نه از وفات او حاصل از هیچ زنده‌ای وام او گزارده نشد الا از محتسب متوفی گزارده شد چنانک گفته‌اند لیس من مات فاستراح بمیت انما المیت میت الاحیاء 
  • Bir adamın Tebriz muhtesibinden aylığı vardı. O aylığa güvenerek borç etmişti. Muhtesibin ölümünden haberi yoktu. Hâsılı onun borcunu kimse vermedi, yine o ölmüş olan muhtesip verdi. Nitekim demişlerdir: Ölüp rahatlaşan ölü değildir, Ölü, yaşadığı halde ölen kişidir
  • آن یکی درویش ز اطراف دیار  ** جانب تبریز آمد وامدار 
  • Bir yoksul borçlanmış, civar memleketlerden kalkıp Tebriz’e gelmişti.
  • نه هزارش وام بد از زر مگر  ** بود در تبریز بدرالدین عمر  3015
  • Dokuz bin altın borcu vardı. O vakit de Tebriz’de Bedrettin Ömer, muhtesipti.
  • محتسب بد او به دل بحر آمده  ** هر سر مویش یکی حاتم‌کده 
  • Bu öyle bir erdi ki gönlü âdeta bir denizdi. Her kılı bir Hatem kesilmişti.
  • حاتم ار بودی گدای او شدی  ** سر نهادی خاک پای او شدی 
  • Hatem, dünyada olsa ona yoksul olur, önüne baş kor, ayağına toprak olmayı canına minnet bilirdi.
  • گر بدادی تشنه را بحری زلال  ** در کرم شرمنده بودی زان نوال 
  • Birisine bir deniz dolusu iyi su verse o vergisinden utanırdı.
  • ور بکردی ذره‌ای را مشرقی  ** بودی آن در همتش نالایقی 
  • Bir zerreyi doğu güneşi haline getirse bu ihsanı bile kendisine lâyık görmezdi.
  • بر امید او بیامد آن غریب  ** کو غریبان را بدی خویش و نسیب  3020
  • O garip, muhtesipten bir kerem umarak gelmişti. Çünkü o, gariplere bir dost, bir hısım olmuştu âdeta.
  • با درش بود آن غریب آموخته  ** وام بی‌حد از عطایش توخته 
  • O garip kişi de âdeta onun kapısına kapılanmış, ihsanını umarak tekrar borç vermeye başlamıştı.
  • هم به پشت آن کریم او وام کرد  ** که ببخششهاش واثق بود مرد 
  • O kerem sahibine güvenerek, onun vergilerini umarak borçlanmaktaydı.
  • لا ابالی گشته زو و وام‌جو  ** بر امید قلزم اکرام‌خو 
  • O ümitle bir hayli borca girmede, o huyu kerem ve ihsandan ibaret olan zatın lûtuf denizine dayanarak şundan bundan borç almaktaydı.
  • وام‌داران روترش او شادکام  ** هم‌چو گل خندان از آن روض الکرام 
  • Borç verenlerin suratları asılıyor, o ise o ululuklar, keremler bahçesinin lûtfuna güvenerek gül gibi gülüyordu.
  • گرم شد پشتش ز خورشید عرب  ** چه غمستش از سبال بولهب  3025
  • Birisinin sırtı, Arab’ın güneşinden kızışırsa artık ona Ebuleheb’in kızgınlığından ne gam?
  • چونک دارد عهد و پیوند سحاب  ** کی دریغ آید ز سقایانش آب 
  • Bir adam bulutla sözleşti mi sakaların suyuna muhtaç olur mu artık?
  • ساحران واقف از دست خدا  ** کی نهند این دست و پا را دست و پا 
  • Tanrı elini bilen büyücüler, bu ele, bu ayağa el, ayak derler mi hiç?
  • روبهی که هست زان شیرانش پشت  ** بشکند کله‌ی پلنگان را به مشت 
  • Aslana güvenen tilki, yumruğu ile kaplanların bile kellesini kırar!
  • آمدن جعفر رضی الله عنه به گرفتن قلعه به تنهایی و مشورت کردن ملک آن قلعه در دفع او و گفتن آن وزیر ملک را کی زنهار تسلیم کن و از جهل تهور مکن کی این مرد میدست و از حق جمعیت عظیم دارد در جان خویش الی آخره 
  • Tanrı razı olsun, Cafer’in, tek başına bir kaleyi zaptetmeye gelmesi, kaleye sahibolan padişahın onu altetmek için vezirle görüşmesi, vezirin padişaha “Kaleyi teslim et”. Bilgisizlikle hiddete kapılma. Çünkü bu adam, Tanrı’dan kuvvet bulmada. Tanrı onun ruhuna pek büyük bir ordu ihsan etmiş ve saire” demesi
  • چونک جعفر رفت سوی قلعه‌ای  ** قلعه پیش کام خشکش جرعه‌ای 
  • Cafer, tek başına bir kaleyi zapt etti. Kale, onun sonsuz ve kurumuş dudağına bir yudumcuk suydu.
  • یک سواره تاخت تا قلعه بکر  ** تا در قلعه ببستند از حذر  3030
  • Bir tek atlı, yürümüş, kaleye kadar gelmiş, savaşa hazırlanmıştı. Kaledekiler ürküp kapıyı kapattılar.
  • زهره نه کس را که پیش آید به جنگ  ** اهل کشتی را چه زهره با نهنگ 
  • Kimsede karşı duracak cüret yoktu. Gemidekilerin ne hadleri vardı ki timsaha karşı koysunlar.
  • روی آورد آن ملک سوی وزیر  ** که چه چاره‌ست اندرین وقت ای مشیر 
  • Padişah, vezire yüz çevirip “Seninle danışıyorum, böyle bir zamanda ne çare var, ne yapalım?” dedi.
  • گفت آنک ترک گویی کبر و فن  ** پیش او آیی به شمشیر و کفن 
  • Vezir dedi ki: Kibri, hileyi bırakıp eline bir kılıç al, boynuna bir kefen at, huzuruna git.
  • گفت آخر نه یکی مردیست فرد  ** گفت منگر خوار در فردی مرد 
  • Padişah peki ama dedi, bu tek bir kişi değil mi? Vezir, doğru, fakat onun tek oluşunu görüp de bunu ehemmiyetsiz bulma.
  • چشم بگشا قلعه را بنگر نکو  ** هم‌چو سیمابست لرزان پیش او  3035
  • Gözünü aç, kaleye dikkat et. Önünde cıva gibi titreyip durmada.
  • شسته در زین آن‌چنان محکم‌پیست  ** گوییا شرقی و غربی با ویست 
  • O ise eyerin üstüne öyle bir oturmuş ki sanki doğudakiler de onunla berabermiş, batıdakiler de. Hiçbir şeye aldırmıyor.
  • چند کس هم‌چون فدایی تاختند  ** خویشتن را پیش او انداختند 
  • Birkaç fedai, ona saldırdı; kendilerini onun önüne attılar.
  • هر یکی را او بگرزی می‌فکند  ** سر نگوسار اندر اقدام سمند 
  • Fakat hepsini de gürzüyle öldürdü. Hepsi de onun atının ayakları altına baş aşağı düştüler.
  • داده بودش صنع حق جمعیتی  ** که همی‌زد یک تنه بر امتی 
  • Tanrı kudreti, ona öyle bir ordu vermiş ki tek başına bir ümmete saldırıyor.
  • چشم من چون دید روی آن قباد  ** کثرت اعداد از چشمم فتاد  3040
  • Gözüm, o eri görünce sayı çokluğu gözümden düştü.
  • اختران بسیار و خورشید ار یکیست  ** پیش او بنیاد ایشان مندکیست 
  • Yıldızlar çoksa da güneş birdir ve bütün yıldızlar da onun önünde darmadağın olur, görünmezler.
  • گر هزاران موش پیش آرند سر  ** گربه را نه ترس باشد نه حذر 
  • Binlerce fare baş kaldırsa kedi, ne korkar, ne çekinir.
  • کی به پیش آیند موشان ای فلان  ** نیست جمعیت درون جانشان 
  • Nasıl olur da fareler, toplanıp kedinin karşına çıkarlar? Onlarda böyle bir yürek yoktur ki.
  • هست جمعیت به صورتها فشار  ** جمع معنی خواه هین از کردگار 
  • Topluluk, suret bakımından olursa beyhudedir. Kendine gel de Tanrı’dan mâna topluluğu iste.
  • نیست جمعیت ز بسیاری جسم  ** جسم را بر باد قایم دان چو اسم  3045
  • Topluluk, bedenlerin çokluğundan meydana gelmez. Cismi de isim gibi yel üstünde durur bir şey bil!
  • در دل موش ار بدی جمعیتی  ** جمع گشتی چند موش از حمیتی 
  • Farelerin yüreklerinde topluluk kudreti olsaydı kızarlar, gayrete gelirlerdi de birkaç tanesi bir araya gelir;
  • بر زدندی چون فدایی حمله‌ای  ** خویش را بر گربه‌ی بی‌مهله‌ای 
  • Fedai gibi aman vermeden kediye saldırırdı.
  • آن یکی چشمش بکندی از ضراب  ** وان دگر گوشش دریدی هم به ناب 
  • Bir tanesi gözünü ısırır, oyar, öbürü kulağını dişleyip yırtar,
  • وان دگر سوراخ کردی پهلوش  ** از جماعت گم شدی بیرون شوش 
  • Bir başkası yanını delerdi. Kedi bu topluluktan kurtulamazdı.
  • لیک جمعیت ندارد جان موش  ** بجهد از جانش به بانگ گربه هوش  3050
  • Fakat farede topluluk için yürek yoktur. Kedinin sesini duydu mu aklı başından gider.
  • خشک گردد موش زان گربه‌ی عیار  ** گر بود اعداد موشان صد هزار 
  • Hilebaz kedinin önünde kuruyup kalır. İsterse farenin sayısı yüz bin olsun ne çıkar?
  • از رمه‌ی انبه چه غم قصاب را  ** انبهی هش چه بندد خواب را 
  • Koyun sürüsü çok olmuş kasaba ne gam? Akıl çokluğu uykuyu def edebilir mi?
  • مالک الملک است جمعیت دهد  ** شیر را تا بر گله‌ی گوران جهد 
  • Mülkün sahibi Tanrı’dır. Topluluğu o verir, bu yüreği o ihsan ederde aslan, yaban sığırı sürüsüne atılır.
  • صد هزاران گور ده‌شاخ و دلیر  ** چون عدم باشند پیش صول شیر 
  • On çatallı boynuzları olan yüz binlerce yiğit geyik aslanın saldırışına karşı, âdeta yok olur.
  • مالک الملک است بدهد ملک حسن  ** یوسفی را تا بود چون ماء مزن  3055
  • Mülkün sahibi O’dur. Bir Yusuf’a güzellik saltanatını verir de onu ak buluttan yağan lâtif yağmura döndürür.
  • در رخی بنهد شعاع اختری  ** که شود شاهی غلام دختری 
  • Bir yüze bir yıldız parlaklığı ihsan ederde koca bir padişah bir kızın kölesi kesilir.
  • بنهد اندر روی دیگر نور خود  ** که ببیند نیم‌شب هر نیک و بد 
  • Bir başkasının yüzüne kendi nurunu verir, o adam, gece yarısı her iyiyi her kötüyü görür.
  • یوسف و موسی ز حق بردند نور  ** در رخ و رخسار و در ذات الصدور 
  • Yusuf’la Musa, Tanrı nuruna sahip oldular, yüzlerinde, gönüllerinde o nur parladı.