-
یک سواره تاخت تا قلعه بکر ** تا در قلعه ببستند از حذر 3030
- Bir tek atlı, yürümüş, kaleye kadar gelmiş, savaşa hazırlanmıştı. Kaledekiler ürküp kapıyı kapattılar.
-
زهره نه کس را که پیش آید به جنگ ** اهل کشتی را چه زهره با نهنگ
- Kimsede karşı duracak cüret yoktu. Gemidekilerin ne hadleri vardı ki timsaha karşı koysunlar.
-
روی آورد آن ملک سوی وزیر ** که چه چارهست اندرین وقت ای مشیر
- Padişah, vezire yüz çevirip “Seninle danışıyorum, böyle bir zamanda ne çare var, ne yapalım?” dedi.
-
گفت آنک ترک گویی کبر و فن ** پیش او آیی به شمشیر و کفن
- Vezir dedi ki: Kibri, hileyi bırakıp eline bir kılıç al, boynuna bir kefen at, huzuruna git.
-
گفت آخر نه یکی مردیست فرد ** گفت منگر خوار در فردی مرد
- Padişah peki ama dedi, bu tek bir kişi değil mi? Vezir, doğru, fakat onun tek oluşunu görüp de bunu ehemmiyetsiz bulma.
-
چشم بگشا قلعه را بنگر نکو ** همچو سیمابست لرزان پیش او 3035
- Gözünü aç, kaleye dikkat et. Önünde cıva gibi titreyip durmada.
-
شسته در زین آنچنان محکمپیست ** گوییا شرقی و غربی با ویست
- O ise eyerin üstüne öyle bir oturmuş ki sanki doğudakiler de onunla berabermiş, batıdakiler de. Hiçbir şeye aldırmıyor.
-
چند کس همچون فدایی تاختند ** خویشتن را پیش او انداختند
- Birkaç fedai, ona saldırdı; kendilerini onun önüne attılar.
-
هر یکی را او بگرزی میفکند ** سر نگوسار اندر اقدام سمند
- Fakat hepsini de gürzüyle öldürdü. Hepsi de onun atının ayakları altına baş aşağı düştüler.
-
داده بودش صنع حق جمعیتی ** که همیزد یک تنه بر امتی
- Tanrı kudreti, ona öyle bir ordu vermiş ki tek başına bir ümmete saldırıyor.
-
چشم من چون دید روی آن قباد ** کثرت اعداد از چشمم فتاد 3040
- Gözüm, o eri görünce sayı çokluğu gözümden düştü.
-
اختران بسیار و خورشید ار یکیست ** پیش او بنیاد ایشان مندکیست
- Yıldızlar çoksa da güneş birdir ve bütün yıldızlar da onun önünde darmadağın olur, görünmezler.
-
گر هزاران موش پیش آرند سر ** گربه را نه ترس باشد نه حذر
- Binlerce fare baş kaldırsa kedi, ne korkar, ne çekinir.
-
کی به پیش آیند موشان ای فلان ** نیست جمعیت درون جانشان
- Nasıl olur da fareler, toplanıp kedinin karşına çıkarlar? Onlarda böyle bir yürek yoktur ki.
-
هست جمعیت به صورتها فشار ** جمع معنی خواه هین از کردگار
- Topluluk, suret bakımından olursa beyhudedir. Kendine gel de Tanrı’dan mâna topluluğu iste.
-
نیست جمعیت ز بسیاری جسم ** جسم را بر باد قایم دان چو اسم 3045
- Topluluk, bedenlerin çokluğundan meydana gelmez. Cismi de isim gibi yel üstünde durur bir şey bil!
-
در دل موش ار بدی جمعیتی ** جمع گشتی چند موش از حمیتی
- Farelerin yüreklerinde topluluk kudreti olsaydı kızarlar, gayrete gelirlerdi de birkaç tanesi bir araya gelir;
-
بر زدندی چون فدایی حملهای ** خویش را بر گربهی بیمهلهای
- Fedai gibi aman vermeden kediye saldırırdı.
-
آن یکی چشمش بکندی از ضراب ** وان دگر گوشش دریدی هم به ناب
- Bir tanesi gözünü ısırır, oyar, öbürü kulağını dişleyip yırtar,
-
وان دگر سوراخ کردی پهلوش ** از جماعت گم شدی بیرون شوش
- Bir başkası yanını delerdi. Kedi bu topluluktan kurtulamazdı.
-
لیک جمعیت ندارد جان موش ** بجهد از جانش به بانگ گربه هوش 3050
- Fakat farede topluluk için yürek yoktur. Kedinin sesini duydu mu aklı başından gider.
-
خشک گردد موش زان گربهی عیار ** گر بود اعداد موشان صد هزار
- Hilebaz kedinin önünde kuruyup kalır. İsterse farenin sayısı yüz bin olsun ne çıkar?
-
از رمهی انبه چه غم قصاب را ** انبهی هش چه بندد خواب را
- Koyun sürüsü çok olmuş kasaba ne gam? Akıl çokluğu uykuyu def edebilir mi?
-
مالک الملک است جمعیت دهد ** شیر را تا بر گلهی گوران جهد
- Mülkün sahibi Tanrı’dır. Topluluğu o verir, bu yüreği o ihsan ederde aslan, yaban sığırı sürüsüne atılır.
-
صد هزاران گور دهشاخ و دلیر ** چون عدم باشند پیش صول شیر
- On çatallı boynuzları olan yüz binlerce yiğit geyik aslanın saldırışına karşı, âdeta yok olur.
-
مالک الملک است بدهد ملک حسن ** یوسفی را تا بود چون ماء مزن 3055
- Mülkün sahibi O’dur. Bir Yusuf’a güzellik saltanatını verir de onu ak buluttan yağan lâtif yağmura döndürür.
-
در رخی بنهد شعاع اختری ** که شود شاهی غلام دختری
- Bir yüze bir yıldız parlaklığı ihsan ederde koca bir padişah bir kızın kölesi kesilir.
-
بنهد اندر روی دیگر نور خود ** که ببیند نیمشب هر نیک و بد
- Bir başkasının yüzüne kendi nurunu verir, o adam, gece yarısı her iyiyi her kötüyü görür.
-
یوسف و موسی ز حق بردند نور ** در رخ و رخسار و در ذات الصدور
- Yusuf’la Musa, Tanrı nuruna sahip oldular, yüzlerinde, gönüllerinde o nur parladı.
-
روی موسی بارقی انگیخته ** پیش رو او توبره آویخته
- Musa’nın yüzü, öyle bir nur saçtı ki nihayet yüzüne bir nikap tutunmaya mecbur oldu.
-
نور رویش آنچنان بردی بصر ** که زمرد از دو دیدهی مار کر 3060
- Yüzünün nuru âdeta hücum eden yılanın gözünü zümrüt nasıl alırsa gözleri öyle almaktaydı.
-
او ز حق در خواسته تا توبره ** گردد آن نور قوی را ساتره
- Musa, o kuvvetli nuru örtmek üzere Tanrı’dan nikap istedi.
-
توبره گفت از گلیمت ساز هین ** کان لباس عارفی آمد امین
- Tanrı da o nikabı, yürü, var, kiliminden yap. Çünkü o, emniyet sahibi bir ârifin elbisesidir.
-
کان کسا از نور صبری یافتست ** نور جان در تار و پودش تافتست
- O elbise Tanrı nurundan bir sabra nail olmuştur, dokumasında can nuru vardır.
-
جز چنین خرقه نخواهد شد صوان ** نور ما را بر نتابد غیر آن
- Böyle bir hırkadan başka bir şeyle korunamazsın. Nurumuza, ondan başka hiçbir şey tahammül edemez.
-
کوه قاف ار پیش آید بهرسد ** همچو کوه طور نورش بر درد 3065
- Kafdağı bile o nura mâni olmaya kalkışsa o nur, Kafdağı’nı da Tur gibi parçalar dedi.
-
از کمال قدرت ابدان رجال ** یافت اندر نور بیچون احتمال
- Erlerin bedenlerine Tanrı kudretinin yüceliği öyle bir tahammül vermiştir ki neliksiz niteliksiz Tanrı nuruna dayanırlar.
-
آنچ طورش بر نتابد ذرهای ** قدرتش جا سازد از قارورهای
- Tur dağının zerresine tahammül etmediği nur, Tanrı kudretiyle bir sırçayı yer eder.
-
گشت مشکات و زجاجی جای نور ** که همیدرد ز نور آن قاف و طور
- Kandil duracak yer ve bir sırça kandil, Kafdağı ile Tur’u paramparça eden nura mekân olur.
-
جسمشان مشکات دان دلشان زجاج ** تافته بر عرش و افلاک این سراج
- Onların bedenlerini kandil konacak yer, gönüllerini de sırça bil. Bu kandilin nuru, arşa da vurur, göklere de.
-
نورشان حیران این نور آمده ** چون ستاره زین ضحی فانی شده 3070
- Arşın ve göklerin nuru, bu nura karşı şaşırıp kalır, kuşluk çağındaki yıldız gibi yok olur gider.
-
زین حکایت کرد آن ختم رسل ** از ملیک لا یزال و لم یزل
- Peygamberlerin sonuncusu, bunu hiçbir an zevali olmayan padişahlar padişahından nakletmiştir.
-
که نگنجیدم در افلاک و خلا ** در عقول و در نفوس با علا
- Tanrı demiştir ki: Ben göklere, boşluğa, yüce akıllarla nefislere sığmadım da,
-
در دل مومن بگنجیدم چو ضیف ** بی ز چون و بی چگونه بی ز کیف
- Konuk gibi vardım, müminin gönlünde keyfiyetsiz, mahiyeti anlaşılmaz bir şekilde yurt tuttum, oraya konuk oldum.
-
در دل مومن بگنجیدم چو ضیف ** بی ز چون و بی چگونه بی ز کیف
- Bu gönül vasıtası ile yücelerde bulunanlar da benden padişahlılar, baht ve devletler bulurlar, aşağıda bulunanlar da.
-
بیچنین آیینه از خوبی من ** برنتابد نه زمین و نه زمن 3075
- Böyle bir ayna olmadıkça güzelliğinden hiçbir şey görünmez, ne yeryüzünde, ne de zaman içinde nurum tecelli etmez.
-
بر دو کون اسپ ترحم تاختیم ** پس عریض آیینهای بر ساختیم
- İki âleme de merhamet atını sürdüm de geniş bir ayna düzdüm.
-
هر دمی زین آینه پنجاه عرس ** بشنو آیینه ولی شرحش مپرس
- Her an bu aynadan elli düğün halkı doyar. Aynayı işit fakat nasıldır? Sorma!
-
حاصل این کزلبس خویشش پرده ساخت ** که نفوذ آن قمر را میشناخت
- Hâsılı Musa’da bu elbiseden nikap yaptı, yüzünü örttü. Çünkü o yay gibi parlak nurun tesirini anlamıştı.
-
گر بدی پرده ز غیر لبس او ** پاره گشتی گر بدی کوه دوتو
- Elbisesinden başka bir şeyden nikap yapsaydı sağlam ve yüce bir dağ olsa, hatta dağdan da sağlam bulunsa yine paramparça olurdu.