-
روی موسی بارقی انگیخته ** پیش رو او توبره آویخته
- Musa’nın yüzü, öyle bir nur saçtı ki nihayet yüzüne bir nikap tutunmaya mecbur oldu.
-
نور رویش آنچنان بردی بصر ** که زمرد از دو دیدهی مار کر 3060
- Yüzünün nuru âdeta hücum eden yılanın gözünü zümrüt nasıl alırsa gözleri öyle almaktaydı.
-
او ز حق در خواسته تا توبره ** گردد آن نور قوی را ساتره
- Musa, o kuvvetli nuru örtmek üzere Tanrı’dan nikap istedi.
-
توبره گفت از گلیمت ساز هین ** کان لباس عارفی آمد امین
- Tanrı da o nikabı, yürü, var, kiliminden yap. Çünkü o, emniyet sahibi bir ârifin elbisesidir.
-
کان کسا از نور صبری یافتست ** نور جان در تار و پودش تافتست
- O elbise Tanrı nurundan bir sabra nail olmuştur, dokumasında can nuru vardır.
-
جز چنین خرقه نخواهد شد صوان ** نور ما را بر نتابد غیر آن
- Böyle bir hırkadan başka bir şeyle korunamazsın. Nurumuza, ondan başka hiçbir şey tahammül edemez.
-
کوه قاف ار پیش آید بهرسد ** همچو کوه طور نورش بر درد 3065
- Kafdağı bile o nura mâni olmaya kalkışsa o nur, Kafdağı’nı da Tur gibi parçalar dedi.
-
از کمال قدرت ابدان رجال ** یافت اندر نور بیچون احتمال
- Erlerin bedenlerine Tanrı kudretinin yüceliği öyle bir tahammül vermiştir ki neliksiz niteliksiz Tanrı nuruna dayanırlar.
-
آنچ طورش بر نتابد ذرهای ** قدرتش جا سازد از قارورهای
- Tur dağının zerresine tahammül etmediği nur, Tanrı kudretiyle bir sırçayı yer eder.
-
گشت مشکات و زجاجی جای نور ** که همیدرد ز نور آن قاف و طور
- Kandil duracak yer ve bir sırça kandil, Kafdağı ile Tur’u paramparça eden nura mekân olur.
-
جسمشان مشکات دان دلشان زجاج ** تافته بر عرش و افلاک این سراج
- Onların bedenlerini kandil konacak yer, gönüllerini de sırça bil. Bu kandilin nuru, arşa da vurur, göklere de.
-
نورشان حیران این نور آمده ** چون ستاره زین ضحی فانی شده 3070
- Arşın ve göklerin nuru, bu nura karşı şaşırıp kalır, kuşluk çağındaki yıldız gibi yok olur gider.
-
زین حکایت کرد آن ختم رسل ** از ملیک لا یزال و لم یزل
- Peygamberlerin sonuncusu, bunu hiçbir an zevali olmayan padişahlar padişahından nakletmiştir.
-
که نگنجیدم در افلاک و خلا ** در عقول و در نفوس با علا
- Tanrı demiştir ki: Ben göklere, boşluğa, yüce akıllarla nefislere sığmadım da,
-
در دل مومن بگنجیدم چو ضیف ** بی ز چون و بی چگونه بی ز کیف
- Konuk gibi vardım, müminin gönlünde keyfiyetsiz, mahiyeti anlaşılmaz bir şekilde yurt tuttum, oraya konuk oldum.
-
در دل مومن بگنجیدم چو ضیف ** بی ز چون و بی چگونه بی ز کیف
- Bu gönül vasıtası ile yücelerde bulunanlar da benden padişahlılar, baht ve devletler bulurlar, aşağıda bulunanlar da.
-
بیچنین آیینه از خوبی من ** برنتابد نه زمین و نه زمن 3075
- Böyle bir ayna olmadıkça güzelliğinden hiçbir şey görünmez, ne yeryüzünde, ne de zaman içinde nurum tecelli etmez.
-
بر دو کون اسپ ترحم تاختیم ** پس عریض آیینهای بر ساختیم
- İki âleme de merhamet atını sürdüm de geniş bir ayna düzdüm.
-
هر دمی زین آینه پنجاه عرس ** بشنو آیینه ولی شرحش مپرس
- Her an bu aynadan elli düğün halkı doyar. Aynayı işit fakat nasıldır? Sorma!
-
حاصل این کزلبس خویشش پرده ساخت ** که نفوذ آن قمر را میشناخت
- Hâsılı Musa’da bu elbiseden nikap yaptı, yüzünü örttü. Çünkü o yay gibi parlak nurun tesirini anlamıştı.
-
گر بدی پرده ز غیر لبس او ** پاره گشتی گر بدی کوه دوتو
- Elbisesinden başka bir şeyden nikap yapsaydı sağlam ve yüce bir dağ olsa, hatta dağdan da sağlam bulunsa yine paramparça olurdu.
-
ز آهنین دیوارها نافذ شدی ** توبره با نور حق چه فن زدی 3080
- Tanrı nuru demir duvarlardan bile geçtikten sonra artık nikap ona ne yapabilir?
-
گشته بود آن توبره صاحب تفی ** بود وقت شور خرقهی عارفی
- O nikap, hararetli bir ârifin coşkunluk zamanındaki hırkasına benziyordu âdeta.
-
زان شود آتش رهین سوخته ** کوست با آتش ز پیش آموخته
- Kav, önce yakılır, alıştırılır da ondan sonra ateş alır.
-
وز هوا و عشق آن نور رشاد ** خود صفورا هر دو دیده باد داد
- O doğru yolu gösteren nurun aşkıyla Safura, iki gözünü de yele verdi.
-
اولا بر بست یک چشم و بدید ** نور روی او و آن چشمش پرید
- Önce bir gözünü kapatıp baktı, Musa’nın gözündeki nuru görünce o gözü uçtu, kör oldu.
-
بعد از آن صبرش نماند و آن دگر ** بر گشاد و کرد خرج آن قمر 3085
- Ondan sonra sabrı kalmadı, o gözünü de açıp baktı, öbür gözünü de o ayın uğruna harcadı.
-
همچنان مرد مجاهد نان دهد ** چون برو زد نور طاعت جان دهد
- Savaş eri de önce yoksulara ekmek verir. Fakat ibadet nuru ona vurdu mu canını bağışlar.
-
پس زنی گفتش ز چشم عبهری ** که ز دستت رفت حسرت میخوری
- Bir kadın Safura’ya, “O nergis gibi gözlerin elden gitti, acıklanıyor musun?” diye sordu.
-
گفت حسرت میخورم که صد هزار ** دیده بودی تا همیکردم نثار
- Safura dedi ki: Yüz binlerce gözüm olsaydı da hepsini feda etseydim. Fakat ne fayda, yok ki! Buna acıklanıyorum.
-
روزن چشمم ز مه ویران شدست ** لیک مه چون گنج در ویران نشست
- Göz pencerem, ayın nuru ile yıkıldı ama ay, define gibi bu yıkık yeri yurt edindi.
-
کی گذارد گنج کین ویرانهام ** یاد آرد از رواق و خانهام 3090
- Define, artık bu yıkık yurdu, ev mi, dam mı, düşünmeye vakit bırakır mı?
-
نور روی یوسفی وقت عبور ** میفتادی در شباک هر قصور
- Yusuf sokaktan geçerken yüzünün nuru her evin kafesinden içeri vururdu.
-
پس بگفتندی درون خانه در ** یوسفست این سو به سیران و گذر
- Evdekiler, Yusuf bir yere gidiyor yine derlerdi.
-
زانک بر دیوار دیدندی شعاع ** فهم کردندی پس اصحاب بقاع
- Köşede bucakta oturanlarda duvarda bir nur gördüler mi Yusuf’un geçtiğini anlarlardı.
-
خانهای را کش دریچهست آن طرف ** دارد از سیران آن یوسف شرف
- O tarafa penceresi bulunan ev, Yusuf’un geçişişinden ululanır, şeref bulurdu.
-
هین دریچه سوی یوسف باز کن ** وز شکافش فرجهای آغاز کن 3095
- Hadi Yusuf’un geçeceği tarafa bir pencere aç da oraya otur, seyrine bak!
-
عشقورزی آن دریچه کردنست ** کز جمال دوست سینه روشنست
- Âşık olmak, o yana bir pencere açmaktır. Çünkü gönül, dostun cemali ile aydınlanır.
-
پس هماره روی معشوقه نگر ** این به دست تست بشنو ای پدر
- Şu halde daima sevgilinin yüzüne bak. Babacığım, dinle, bu senin elindedir.
-
راه کن در اندرونها خویش را ** دور کن ادراک غیراندیش را
- Gönüllere girmeye yol bul, başkalarını düşünmeyi bırak.
-
کیمیا داری دوای پوست کن ** دشمنان را زین صناعت دوست کن
- Kimya elinde, deriyi bununla tedavi et de bu sıfatla düşmanları kendine dost edin!
-
چون شدی زیبا بدان زیبا رسی ** که رهاند روح را از بیکسی 3100
- Güzelleştin mi o güzele ulaşırsın da o, ruhu kimsesizlikten kurtarır.
-
پرورش مر باغ جانها را نمش ** زنده کرده مردهی غم را دمش
- Onun rutubeti can bahçelerini besler, yetiştirir. Soluğu gamdan ölmüş kişiyi diriltir.
-
نه همه ملک جهان دون دهد ** صد هزاران ملک گوناگون دهد
- Yalnız aşağılık cihan saltanatını vermez, yüz binlerce çeşit çeşit saltanatlar bağışlar.
-
بر سر ملک جمالش داد حق ** ملکت تعبیر بیدرس و سبق
- Tanrı, Yusuf’a güzellik saltanatını bağışlamakla beraber bir de ders vermeden, meşk etmeden rüya yorma saltanatını bağışlamıştı.
-
ملکت حسنش سوی زندان کشید ** ملکت علمش سوی کیوان کشید
- Güzelliği onu zindana çekti, bilgisi de Zuhal yıldızına dek yüceltti onu.
-
شه غلام او شد از علم و هنر ** ملک علم از ملک حسن استودهتر 3105
- Bu bilgi ve hüner yüzünden padişah, ona kul oldu. Bilgi padişahlığı, güzellik saltanatından da üstün oldu ve takdir edildi.
-
رجوع کردن به حکایت آن شخص وام کرده و آمدن او به امید عنایت آن محتسب سوی تبریز
- Borçlu adamın, o muhtesibin yardımını umarak Tebriz’e gelmesi
-
آن غریب ممتحن از بیم وام ** در ره آمد سوی آن دارالسلام
- O dertlere uğramış garip de borç korkusu ile yola düştü, o esenlik yurduna hareket etti.
-
شد سوی تبریز و کوی گلستان ** خفته اومیدش فراز گل ستان
- Tebriz’e gül bahçelerinin yurduna yöneldi. Ve gül bahçesinde sırt üstü yatarak ümit uykusuna dalmıştı.
-
زد ز دارالملک تبریز سنی ** بر امیدش روشنی بر روشنی
- Şimdi, yüce Tebriz ülkesinden, o saltanat yurdundan parlayıp aydınlanmakta, nura nur katmaktaydı.