-
این دهان خود خاکخواری آمدست ** لیک خاکی را که آن رنگین شدست 4705
- Zaten bu ağız toprak yer. Fakat renklerle bezenmiş, çeşitli suretlere girmiş toprağı yer.
-
این کباب و این شراب و این شکر ** خاک رنگینست و نقشین ای پسر
- Oğul, bu kebap, bu şarap, bu şeker, bezenmiş, boyanmış topraktır.
-
چونک خوردی و شد آن لحم و پوست ** رنگ لحمش داد و این هم خاک کوست
- Onları yedin de onlar et ve deri oldu mu et rengine girerler, fakat onların aslı; topraktır.
-
هم ز خاکی بخیه بر گل میزند ** جمله را هم باز خاکی میکند
- Hem topraktan türlü türlü şeyler yapar, hem de yine hepsini ufalar, toprak haline sokar.
-
هندو و قفچاق و رومی و حبش ** جمله یک رنگاند اندر گور خوش
- Hintli; Kıpçak; Rum ülkesinin halkı ve Habeş... Hepsi de mezarlarında hoş bir halde aynı renktedir.
-
تا بدانی کان همه رنگ و نگار ** جمله روپوشست و مکر و مستعار 4710
- Buna dikkat et de o rengin, o güzelliğin tamamiyle bir yüz örtüsünden ibaret olduğunu, iğreti bir şey bulunduğunu bil.
-
رنگ باقی صبغة الله است و بس ** غیر آن بر بسته دان همچون جرس
- Bâkir renk ancak Tanrı rengidir. Ondan başka renkler, bil ki çan gibi iğreti ve bağlantıdır.
-
رنگ صدق و رنگ تقوی و یقین ** تا ابد باقی بود بر عابدین
- İbadet edenlerdeki doğruluk, takva ve yakîn rengi, ebediyen bakidir.
-
رنگ شک و رنگ کفران و نفاق ** تا ابد باقی بود بر جان عاق
- Şüphe, küfran ve nifak rengi de âsiler için ebedîdir.
-
چون سیهرویی فرعون دغا ** رنگ آن باقی و جسم او فنا
- Asi Firavun' un yüz karası gibi hani. Bedeni geçip gitmiştir ama rengi bakidir.
-
برق و فر روی خوب صادقین ** تن فنا شد وان به جا تو یومن دین 4715
- Doğruların güzel yüzlerindeki nur, bedenleri yok olsa da kıyamet gününe kadar kalır.
-
زشت آن زشتست و خوب آن خوب و بس ** دایم آن ضحاک و این اندر عبس
- İşte ancak güzel o güzeldir, çirkin o çirkin. Daima o günler durur, buysa somurtur kalır.
-
خاک را رنگ و فن و سنگی دهد ** طفلخویان را بر آن جنگی دهد
- Tanrı, toprağa bir renk, bir parlaklık verir, onu mücevher haline getirir. Çocuk tabiatlı olanları da onlara düşürür, savaşa sokar.
-
از خمیری اشتر وشیری پزند ** کودکان از حرص آن کف میگزند
- Hamurdan deve ve aslan şekillerinde çörekler pişirirler. Çocuklar, onları görünce hırslarından ellerini dişlerler.
-
شیر و اشتر نان شود اندر دهان ** در نگیرد این سخن با کودکان
- Fakat ağızda aslan da ekmek olur, deve de. Fakat çocuklara bu söz, tesir etmez ki.
-
کودک اندر جهل و پندار و شکیست ** شکر باری قوت او اندکیست 4720
- Çocuk, bilgisizlik, zan ve şüphe içindedir. Allaha şükürler olsun ki kuvveti azdır yoksa.
-
طفل را استیزه و صد آفتست ** شکر این که بیفن و بیقوتست
- Şükürler olsun ki hilesi ve gücü yoktur. Yoksa çocuğun yüzlerce savaşı ve âfeti vardır.
-
وای ازین پیران طفل ناادیب ** گشته از قوت بلای هر رقیب
- Eyvah bu, kuvvetleriyle her rakibe belâ kesilen edepsiz koca bebeklerden!
-
چون سلاح و جهل جمع آید به هم ** گشت فرعونی جهانسوز از ستم
- Silâhla bilgisizlik bir araya gelince Firavun, sitemle bütün dünyayı yakar yandırır.
-
شکر کن ای مرد درویش از قصور ** که ز فرعونی رهیدی وز کفور
- Ey yoksul, yoksullukla Firavunluktan, kâfirlikten kurtuldun, şükret.
-
شکر که مظلومی و ظالم نهای ** آمن از فرعونی و هر فتنهای 4725
- Şükret ki mazlumsun, zâlim değilsin. Firavunluktan ve sınanmadan eminsin.
-
اشکم تی لاف اللهی نزد ** که آتشش را نیست از هیزم مدد
- Boş karın, Allahlık lâfına giremez. Onun ateşine odun yardım edemez.
-
اشکم خالی بود زندان دیو ** کش غم نان مانعست از مکر و ریو
- Boş karın, şeytanın zindanıdır. Çünkü ekmek derdi, onun hilesine, düzenine mânidir.
-
اشکم پر لوت دان بازار دیو ** تاجران دیو را در وی غریو
- Dolu karın, bil ki şeytanın pazarıdır. Şeytan tacirleri orada gürültü eder dururlar.
-
تاجران ساحر لاشیفروش ** عقلها را تیره کرده از خروش
- Hiçbir şey satmayan büyücü tacirler, gürültüyle akılları bulandırır, berbadederler.
-
خم روان کرده ز سحری چون فرس ** کرده کرباسی ز مهتاب و غلس 4730
- Geceleyin büyü yaparak küpü at gibi yürütürler. Ay ışığıyla sabaha karşı olan karanlığı kumaş haline getirirler.
-
چون بریشم خاک را برمیتنند ** خاک در چشم ممیز میزنند
- İbrişim gibi toprağı örerler; temyiz sahibinin gözüne toprak serperler.
-
چندلی را رنگ عودی میدهند ** بر کلوخیمان حسودی میدهند
- Kokusuz yaban ağacına ödağacı rengini verirler. Taş ve toprak parçasını bize hoş gösterirler, bizi hasetçi yaparlar.
-
پاک آنک خاک را رنگی دهد ** همچو کودکمان بر آن جنگی دهد
- Noksan sıfatlardan temizdir o Tanrı ki toprağa bir renk verir, çocuk gibi bizi ona kaptırır, birbirimize düşürür.
-
دامنی پر خاک ما چون طفلکان ** در نظرمان خاک همچون زر کان
- Eteğimizi çocuklar gibi toprakla doldururuz. Bizim gözümüzle o toprak, madenden çıkmış altın görünür.
-
طفل را با بالغان نبود مجال ** طفل را حق کی نشاند با رجال 4735
- Çocuğun, yetişmiş erlere karşı bir mecali yoktur. Tanrı çocuğu erkeklerle bir araya koymaz, bir derecede tutmaz ki.
-
میوه گر کهنه شود تا هست خام ** پخته نبود غوره گویندش به نام
- Meyva, eski olsa bile ham buludukça, olmadıkça ona koruk derler.
-
گر شود صدساله آن خام ترش ** طفل و غورهست او بر هر تیزهش
- O ham ve ekşi meyva, yüz yıllık bile olsa fikri çevik ve keskin kişiye nazaran yine çocuktur, yine koruktur.
-
گرچه باشد مو و ریش او سپید ** هم در آن طفلی خوفست و امید
- Saçı, sakalı ağarsa bile yine korku ve ümit çocukluğundan kurtulmamıştır.
-
که رسم یا نارسیده ماندهام ** ای عجب با من کند کرم آن کرم
- Der ki: Acaba olgunlaşır mıyım, yoksa böyle olgunlaşmadan ham mı kalırım? Acaba Tanrı' nın keremi, beni kızdırır, olgun bir hale getirir mi?
-
با چنین ناقابلی و دوریی ** بخشد این غورهی مرا انگوریی 4740
- Yoksa böyle kabiliyetsiz bir halde, bu uzaklık âleminde mi kalırım? Yahut da Tanrı bu koruğu üzüm haline getirir mi?
-
نیستم اومیدوار از هیچ سو ** وان کرم میگویدم لا تیاسوا
- Hiçbir yandan ümidim yok. Yalnız o kerem sahibi "Meyus olmayın" der.
-
دایما خاقان ما کردست طو ** گوشمان را میکشد لا تقنطوا
- Hakanımız, bize daima toy vermede, "Ümidinizi kesmeyin" diye kulağımızı çekmededir.
-
گرچه ما زین ناامیدی در گویم ** چون صلا زد دست اندازان رویم
- Gerçi biz ümitsizlik yüzünden çukurdayız. Fakat o çağırdı mı elimizi, kolumuzu sallaya sallaya gideriz.
-
دست اندازیم چون اسپان سیس ** در دویدن سوی مرعای انیس
- Ruhumuza huzur verecek olan otlağa koşarken tez, edepli ve terbiyeli atlar gibi yürürüz.
-
گام اندازیم و آنجا گام نی ** جام پردازیم و آنجا جام نی 4745
- Oraya adım atarız ama orada yürünmez, adım atılmaz ki. Orada kadeh düzeriz ama orada kadeh yoktur.
-
زانک آنجا جمله اشیا جانیست ** معنی اندر معنی اندر معنیست
- Çünkü orada bütün eşya can âlemine mahsustur. Hepsi de mâna âleminde, mâna içinde mânadır.
-
هست صورت سایه معنی آفتاب ** نور بیسایه بود اندر خراب
- Suret gölgedir, mâna güneş. Gölgesiz ışık, yıkık yerlerdedir.
-
چونک آنجا خشت بر خشتی نماند ** نور مه را سایهی زشتی نماند
- Çünkü orada tuğla üstünde tuğla kalmaz. Ayın ışığına çirkin bir gölge yoktur.
-
خشت اگر زرین بود بر کندنیست ** چون بهای خشت وحی و روشنیست
- Tuğla ve kerpiç, altından bile olsa sökülüp çıkarılmalıdır. Çünkü onun yerine aydınlık ve vahiy gelir.
-
کوه بهر دفع سایه مندکست ** پاره گشتن بهر این نور اندکست 4750
- Dağ, bu gölgeyi gidermek için paramparça olur. Fakat dağın paramparça olması bile bu nur için ehemmiyetsiz bir şeydir.
-
بر برون که چو زد نور صمد ** پاره شد تا در درونش هم زند
- Hiçbir şeye muhtaç olmayan Tanrı nuru, dağın dışına vurunca o nur, içine de vursun diye parçalandı.
-
گرسنه چون بر کفش زد قرص نان ** وا شکافد از هوس چشم و دهان
- Aç adamın eline bir somun girdi mi hevesinden gözünü de açar, ağzını da.
-
صد هزاران پاره گشتن ارزد این ** از میان چرخ برخیز ای زمین
- Bu hal, yüz binlerce defa paramparça olmaya değer. Ey yeryüzü, gökyüzüne karşı durma, kalk aradan!
-
تا که نور چرخ گردد سایهسوز ** شب ز سایهی تست ای یاغی روز
- Kalk da göğün nuru, gölgeleri yaksın. Ey gündüzün düşmanı, gece, senin gölgenden meydana gelmede.