English    Türkçe    فارسی   

5
2396-2405

  • حد خود بشناس و بر بالا مپر  ** تا نیفتی در نشیب شور و شر 
  • Haddini bil de yukarlarda uçma. Uçma da kötülük çukuruna düşme!
  • جواب گفتن خر روباه را 
  • Eşeğin, tilkiye cevap vermesi
  • گفت این معکوس می‌گویی بدان  ** شور و شر از طمع آید سوی جان 
  • Eşek, bunu ters söylüyorsun dedi, bil ki kötülük, insana tamahtan gelir.
  • از قناعت هیچ کس بی‌جان نشد  ** از حریصی هیچ کس سلطان نشد 
  • Kanaatten hiç kimse ölmedi, hırsla da hiç kimse padişah olmadı.
  • نان ز خوکان و سگان نبود دریغ  ** کسپ مردم نیست این باران و میغ 
  • Tanrı, ekmeği domuzlarla köpeklerden bile esirgemiyor. Şu bulut ve yağmur, insanların kazancı değil ya.
  • آنچنان که عاشقی بر زرق زار  ** هست عاشق رزق هم بر رزق‌خوار  2400
  • Sen nasıl rızıka düşkün bir âşıksan rızık da rızık yiyene öyle düşkün bir âşıktır.
  • در تقریر معنی توکل حکایت آن زاهد کی توکل را امتحان می‌کرد از میان اسباب و شهر برون آمد و از قوارع و ره‌گذر خلق دور شد و ببن کوهی مهجوری مفقودی در غایت گرسنگی سر بر سر سنگی نهاد و خفت و با خود گفت توکل کردم بر سبب‌سازی و رزاقی تو و از اسباب منقطع شدم تا ببینم سببیت توکل را 
  • Tanrı'ya dayanma münasebetiyle bu dayancı denemek istiyen ve sebepleri bırakıp şehirden ve halkın geçeceği yerlerden uzaklaşarak bir dağ eteğine giden, açlıktan basını bir taşa koyan ve içinden Yarabbi, senin sebep yaratmana ve rızık vericiliğine dayandım, sebepleri bıraktım. Bu suretle sana dayanmanın sebep halk etmesini de göreyim diyen zahidin hikâyesi
  • آن یکی زاهد شنود از مصطفی  ** که یقین آید به جان رزق از خدا 
  • Bir zahit, Mustafa'dan "Herkesin rızkı Tanrıdan gelir.
  • گر بخواهی ور نخواهی رزق تو  ** پیش تو آید دوان از عشق تو 
  • Dilesen de, dilemesen de rızkın, senin aşkınla koşa koşa gelir, sana ulaşır" sözünü duymuştu.
  • از برای امتحان آن مرد رفت  ** در بیابان نزد کوهی خفت تفت 
  • Denemek için sahralara düştü, bir dağın dibine vardı, yatıp uyudu.
  • که ببینم رزق می‌آید به من  ** تا قوی گردد مرا در رزق ظن 
  • Bakalım diyordu, rızkım gelecek mi? Şunu bir göreyim de bu husustaki inancım kuvvetlensin.
  • کاروانی راه گم کرد و کشید  ** سوی کوه آن ممتحن را خفته دید  2405
  • Bir kervan, yolunu kaybetti. Süre süre o adamın bulunduğu yere kadar geldi. Kervan halkı onu uyumuş görünce,