-
پرده بردار و برهنه گو که من ** مینخسبم با صنم با پیرهن
- Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben, güzelle gömlekli olarak yatmam” dedi.
-
گفتم ار عریان شود او در عیان ** نی تو مانی نی کنارت نی میان
- Dedim ki: “O apaçık soyunur, çırılçıplak bir hale gelirse ne sen kalırsın, ne kucağın kalır, ne belin!
-
آرزو میخواه لیک اندازه خواه ** بر نتابد کوه را یک برگ کاه 140
- İste ama derecesine göre iste; bir otun, bir dağı çekmeye kudreti yoktur.
-
آفتابی کز وی این عالم فروخت ** اندکی گر پیش آید جمله سوخت
- Bu âlemi aydınlatan güneş, bir parçacık yaklaştı mı, her şey yandı gitti!
-
فتنه و آشوب و خونریزی مجوی ** بیش از این از شمس تبریزی مگوی
- Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-i Tebrizî’den bundan fazla bahsetme.
-
این ندارد آخر از آغاز گوی ** رو تمام این حکایت باز گوی
- Bunun sonu yoktur; sen yine hikâyeye başla, onu tamamlamana bak.
-
خلوت طلبیدن آن ولی از پادشاه جهت دریافتن رنج کنیزک
- O velinin, halayığın hastalığını anlamak için padişahtan halayıkla halvet olmayı dilemesi
-
گفت ای شه خلوتی کن خانه را ** دور کن هم خویش و هم بیگانه را
- (Hekim) dedi ki: “Ey padişah, evi halvet et, yakını da uzaklaştır.
-
کس ندارد گوش در دهلیزها ** تا بپرسم زین کنیزک چیزها 145
- Köşeden, bucaktan kimse kulak vermesin de ben bu cariyecikten bir şeyler sorayım.”
-
خانه خالی ماند و یک دیار نی ** جز طبیب و جز همان بیمار نی
- Oda boşaldı, Hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı.
-
نرم نرمک گفت شهر تو کجاست ** که علاج اهل هر شهری جداست
- Hekim tatlılıkla, yumuşak yumuşak dedi ki: “Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilâcı başka başkadır.
-
و اندر آن شهر از قرابت کیستت ** خویشی و پیوستگی با چیستت
- O memlekette akrabandan kimler var? Kime yakınsınız; neye bağlısın?
-
دست بر نبضش نهاد و یک به یک ** باز میپرسید از جور فلک
- Elini kızın nabzına koyup birer birer felekten çektiği cevir ve meşakkati soruyordu.
-
چون کسی را خار در پایش جهد ** پای خود را بر سر زانو نهد 150
- Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor.
-
وز سر سوزن همیجوید سرش ** ور نیابد میکند با لب ترش
- İğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağı ile ıslatır.
-
خار در پا شد چنین دشوار یاب ** خار در دل چون بود واده جواب
- Ayağa batan dikeni bulmak, bu derece müşkül olursa, yüreğe batan diken nicedir? Cevabını sen ver!
-
خار در دل گر بدیدی هر خسی ** دست کی بودی غمان را بر کسی
- Her çer çöp (mesabesinde olan,) gönül dikenini göreydi gamlar, kederler; herkese el uzatabilir miydi?
-
کس به زیر دم خر خاری نهد ** خر نداند دفع آن بر میجهد
- Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan çıkarmasını bilmez, boyuna çifte atar.
-
بر جهد و ان خار محکمتر زند ** عاقلی باید که خاری بر کند 155
- Zıplar, zıpladıkça da diken daha kuvvetli batar. Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lâzım.
-
خر ز بهر دفع خار از سوز و درد ** جفته میانداخت صد جا زخم کرد
- Eşek, dikeni çıkarabilmek için can acısı ile çifte atar durur ve yüz yerini daha yaralar.
-
آن حکیم خارچین استاد بود ** دست میزد جا به جا میآزمود
- O diken çıkaran hekim, üstattı. Halayığın her tarafına elini koyup muayene ediyordu.
-
ز ان کنیزک بر طریق داستان ** باز میپرسید حال دوستان
- Halayıktan hikâye yoluyla dostların ahvalini sormaktaydı.
-
با حکیم او قصهها میگفت فاش ** از مقام و خاجگان و شهر تاش
- Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi durağından, efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi.
-
سوی قصه گفتنش میداشت گوش ** سوی نبض و جستنش میداشت هوش 160
- Hekim, kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının atmasına dikkat etmekteydi.
-
تا که نبض از نام کی گردد جهان ** او بود مقصود جانش در جهانا ن
- Nabzı, kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün istediği odur(diyordu).
-
دوستان شهر او را بر شمرد ** بعد از آن شهری دگر را نام برد
- Memleketindeki dostlarını saydı, döktü. Ondan sonra diğer bir memleketi andı.
-
گفت چون بیرون شدی از شهر خویش ** در کدامین شهر بوده ستی تو بیش
- “Memleketinden çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?”dedi.
-
نام شهری گفت وز آن هم در گذشت ** رنگ روی و نبض او دیگر نگشت
- Kız bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi, nabzının atması başkalaşmadı.
-
خواجگان و شهرها را یک به یک ** باز گفت از جای و از نان و نمک 165
- Efendileri ve şehirleri birer birer saydı; o yerleri, yurtları, oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek yediği kişileri tekrar tekrar söyledi.
-
شهر شهر و خانه خانه قصه کرد ** نی رگش جنبید و نی رخ گشت زرد
- Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın ne damarı oynadı, ne çehresi sarardı.
-
نبض او بر حال خود بد بیگزند ** تا بپرسید از سمرقند چو قند
- Hekim şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı tabiî haldeydi fazla atmıyordu.
-
نبض جست و روی سرخ و زرد شد ** کز سمرقندی زرگر فرد شد
- Semerkand’ı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkand’lı bir kuyumcudan ayrılmıştı.
-
چون ز رنجور آن حکیم این راز یافت ** اصل آن درد و بلا را باز یافت
- O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belânın aslına erişince:
-
گفت کوی او کدام است در گذر ** او سر پل گفت و کوی غاتفر 170
- “Onun semti hangi mahallede?” diye sordu. Kız, “Köprübaşında, Gatfer mahallesinde” dedi.
-
گفت دانستم که رنجت چیست زود ** در خلاصت سحرها خواهم نمود
- Hekim, “Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi hususunda sihirler göstereceğim;
-
شاد باش و فارغ و ایمن که من ** آن کنم با تو که باران با چمن
- Sevin, ilişik etme, emin ol ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana onu yapacağım;
-
من غم تو میخورم تو غم مخور ** بر تو من مشفقترم از صد پدر
- Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan daha şefkatliyim;
-
هان و هان این راز را با کس مگو ** گر چه از تو شه کند بس جستجو
- Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne kadar sorup soruştursa yine sakla;
-
چون که اسرارت نهان در دل شود ** آن مرادت زودتر حاصل شود 175
- Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hâsıl olur; dedi.
-
گفت پیغمبر که هر که سر نهفت ** زود گردد با مراد خویش جفت
- Peygamber demiştir ki: “Her kim sırrını saklar ise çabucak muradına erişir.”
-
دانه چون اندر زمین پنهان شود ** سر آن سر سبزی بستان شود
- Tohum toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesi ile neticelenir.
-
زر و نقره گر نبودندی نهان ** پرورش کی یافتندی زیر کان
- Altın ve gümüş gizli olmasalardı... Madende nasıl musaffa olurlar, nasıl altın ve gümüş haline gelirlerdi?
-
وعدهها و لطفهای آن حکیم ** کرد آن رنجور را ایمن ز بیم
- O hekimin vaatleri ve lütufları hastayı korkudan emin etti.
-
وعدهها باشد حقیقی دل پذیر ** وعدهها باشد مجازی تاسهگیر 180
- Hakiki olan vaatleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaatler ise insanı ıstıraba sokar.
-
وعدهی اهل کرم گنج روان ** وعدهی نااهل شد رنج روان
- Kerem ehlinin vaatleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaatleri ise gönül azabıdır.
-
دریافتن آن ولی رنج را و عرض کردن رنج او را پیش پادشاه
- O velinin, halayığın hastalığını anlaması ve padişaha arz etmesi
-
بعد از آن برخاست و عزم شاه کرد ** شاه را ز ان شمهای آگاه کرد
- Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti, padişahı bu meseleden birazcık haberdar etti.
-
گفت تدبیر آن بود کان مرد را ** حاضر آریم از پی این درد را
- Dedi ki: “Çare şundan ibaret: bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim.
-
مرد زرگر را بخوان ز ان شهر دور ** با زر و خلعت بده او را غرور
- Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbise ile aldat.”
-
فرستادن پادشاه رسولان به سمرقند به آوردن زرگر
- Padişahın, kuyumcuyu getirmek üzere Semerkand’a elçiler yollaması
-
شه فرستاد آن طرف یک دو رسول ** حاذقان و کافیان بس عدول 185
- Padişah, hekimden bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti. O tarafa ehliyetli, kifayetli, âdil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi.
-
تا سمرقند آمدند آن دو امیر ** پیش آن زرگر ز شاهنشه بشیر
- O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand’a kadar geldiler.
-
کای لطیف استاد کامل معرفت ** فاش اندر شهرها از تو صفت
- Dediler ki: “Ey lütuf sahibi üstat, ey marifette kâmil kişi! Öğülmen şehirlere yayılmıştır.