-
جلوه بیند شاه و غیر شاه نیز ** وقت خلوت نیست جز شاه عزیز
- Gelinin cilvesini padişahta görür, başkaları da. Fakat onunla vuslat, ancak aziz padişaha mahsustur.
-
جلوه کرده خاص و عامان را عروس ** خلوت اندر شاه باشد با عروس
- Gelin, havassa da cilve eder, avama da. Ama onunla halvete giren ancak padişahtır.
-
هست بسیار اهل حال از صوفیان ** نادر است اهل مقام اندر میان
- Sûfîler içinde hâl ehli çoktur, fakat aralarında makam sahibi nadirdir.
-
از منازلهای جانش یاد داد ** وز سفرهای روانش یاد داد
- Ömer, elçiye can menzillerini söyledi, ruh seferlerini anlattı.
-
وز زمانی کز زمان خالی بده ست ** وز مقام قدس که اجلالی بده ست 1440
- Zamandan dışarı olan, zamana sığmayan bir zamandan, azamete mensup kutsiyet makamından,
-
وز هوایی کاندر او سیمرغ روح ** پیش از این دیده ست پرواز و فتوح
- Ruh simurgunun, bu âleme gelmeden önceki geniş uçuşlarından bahsetti.
-
هر یکی پروازش از آفاق بیش ** وز امید و نهمت مشتاق بیش
- Ruhun, o âlemde bir uçuşu, ufukları aşıyordu; iştiyak çekenlerin ümitlerinden de ileri gidiyordu, hırslarından da!
-
چون عمر اغیار رو را یار یافت ** جان او را طالب اسرار یافت
- Ömer, o yabancı çehreli zatı tam dost buldu, canının Tanrı sırlarını dilediğini anladı.
-
شیخ کامل بود و طالب مشتهی ** مرد چابک بود و مرکب درگهی
- Şeyh, kâmildi, talibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı.
-
دید آن مرشد که او ارشاد داشت ** تخم پاک اندر زمین پاک کاشت 1445
- O mürşid, onun irşad edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; tertemiz tohumu, temiz yere ekti.
-
سؤال کردن رسول روم از عمر
- Rum Kayseri elçisinin Emîrülmü’minin Ömer’den suali
-
مرد گفتش کای امیر المؤمنین ** جان ز بالا چون در آمد در زمین
- Elçi “ya Emirülmü’minin! Can yücelerden yere nasıl indi?
-
مرغ بیاندازه چون شد در قفص ** گفت حق بر جان فسون خواند و قصص
- Hiçbir şeyle mukayyet olmayan can kuşu nasıl kafese girdi?” diye sordu. Ömer dedi ki: “Hak, ona afsunlar okudu, hikâyeler söyledi.
-
بر عدمها کان ندارد چشم و گوش ** چون فسون خواند همیآید به جوش
- Tanrı; gözü kulağı olmayan yokluklara afsun okuyunca onlar, coşmaya başlarlar; varlık âlemine konarlar.
-
از فسون او عدمها زود زود ** خوش معلق میزند سوی وجود
- Yok olanlar, onun afsuniyle varlık diyarına takla atarak ve derhal gelirler.
-
باز بر موجود افسونی چو خواند ** زو دو اسبه در عدم موجود راند 1450
- Sonra var olana yine bir afsun okuyunca onu yokluğa derhal ve iki çifte atla sürer.
-
گفت در گوش گل و خندانش کرد ** گفت با سنگ و عقیق کانش کرد
- Gülün kulağına bir şey söyledi, güldürdü. Taşın kulağına bir şey söyledi, akik ve maden haline getirdi.
-
گفت با جسم آیتی تا جان شد او ** گفت با خورشید تا رخشان شد او
- Cisme bir ayet okudu, can oldu. Güneşe bir şey söyledi, parladı.
-
باز در گوشش دمد نکتهی مخوف ** در رخ خورشید افتد صد کسوف
- Sonra yine güneşin kulağına korkunç bir şey üfler, yüzüne yüzlerce perde iner.
-
تا به گوش ابر آن گویا چه خواند ** کاو چو مشک از دیدهی خود اشک راند
- O kelâm sahibi Tanrı, bulutun kulağına bir şey okur; gözünden misk gibi yaşlar akıtır.
-
تا به گوش خاک حق چه خوانده است ** کاو مراقب گشت و خامش مانده است 1455
- Toprağın kulağına ne söyledi ki murakebeye vardı, dalgın bir halde kaldı!
-
در تردد هر که او آشفته است ** حق به گوش او معما گفته است
- Tereddüt içinde kalan, hayretlere düşen kişinin kulağına da Hak, bir muamma söylemiştir.
-
تا کند محبوسش اندر دو گمان ** آن کنم کاو گفت یا خود ضد آن
- Bu suretle onu iki şüphe arasında hapseder. “Ey yardımı istenen Tanrı! Şunu mu yapayım, bunu mu?” der.
-
هم ز حق ترجیح یابد یک طرف ** ز آن دو یک را بر گزیند ز آن کنف
- İki şıktan birini üstün tutar, üstün tuttuğunu yaparsa o da yine Hak’tandır.
-
گر نخواهی در تردد هوش جان ** کم فشار این پنبه اندر گوش جان
- Can aklının tereddüt içinde bocalamasını istemezsen o pamuğu can kulağına tıkma,
-
تا کنی فهم آن معماهاش را ** تا کنی ادراک رمز و فاش را 1460
- Ki Tanrı’nın o muammalarını anlayasın, gizlice ve açıkça söylenen sözleri idrak edesin.
-
پس محل وحی گردد گوش جان ** وحی چه بود گفتنی از حس نهان
- Böyle yaparsan can kulağı vahiy yeri olur. Vahiy nedir? Zahiri duygudan gizli söz.
-
گوش جان و چشم جان جز این حس است ** گوش عقل و گوش ظن زین مفلس است
- Can kulağı ile can gözü, zahirî duyguya yabancıdır; o duygu, bu duygudan bambaşkadır. Akıl ve duygu kulağı, bu hususta müflistir.
-
لفظ جبرم عشق را بیصبر کرد ** و آن که عاشق نیست حبس جبر کرد
- Cebir meselesi, aşkımı ihtiyarsız bir hale getirdi, sabrımı elden aldı. Âşık olmayansa cebri hapsetti, onu inkâr yahut takyit eyledi.
-
این معیت با حق است و جبر نیست ** این تجلی مه است این ابر نیست
- Hâlbuki bu, Hak’la beraberlik ve birliktir, cebir değil... Bu, ayın tecellisidir bulut değil.
-
ور بود این جبر جبر عامه نیست ** جبر آن امارهی خودکامه نیست 1465
- Cebir bile olsa, herkesin bildiği cebir; yalnız kendi menfaatini gözeten Nefsi Emmarenin cebri değildir.
-
جبر را ایشان شناسند ای پسر ** که خدا بگشادشان در دل بصر
- Ey oğul! Tanrı, kimlerin gönül gözünü açtıysa bu cebri onlar anlar.
-
غیب و آینده بر ایشان گشت فاش ** ذکر ماضی پیش ایشان گشت لاش
- Gayb ve istikbal onlara apaçık görünmektedir. Maziyi anış onlarca değersiz bir şeydir.
-
اختیار و جبر ایشان دیگر است ** قطرهها اندر صدفها گوهر است
- Onların ihtiyarı da başka türlüdür, cebri de. Yağmur damlaları sedeflerin içinde inci olur.
-
هست بیرون قطرهی خرد و بزرگ ** در صدف آن در خرد است و سترگ
- Sedeften dışarıda küçük, büyük damlalar var, sedefin içinde ise küçük, büyük inciler.
-
طبع ناف آهو است آن قوم را ** از برون خون و درونشان مشکها 1470
- Onlarda misk ahusunun göbeğindeki kabiliyet vardır. Dışarıdaki kan damlaları, bunların içlerinde misktir.
-
تو مگو کاین مایه بیرون خون بود ** چون رود در ناف مشکی چون شود
- Sen, dışarıdaki kan, göbeğin içinde nasıl misk olur? Deme!
-
تو مگو کاین مس برون بد محتقر ** در دل اکسیر چون گیرد گهر
- Bu bakır, dışarıda adi ve bayağı bir şeyken iksirin içinde nasıl altın olmuş da deme!
-
اختیار و جبر در تو بد خیال ** چون در ایشان رفت شد نور جلال
- İhtiyar ve cebir, sende bir hayalden ibarettir. Onlardaysa Tanrı azametinin nuru haline gelmiştir.
-
نان چو در سفره ست باشد آن جماد ** در تن مردم شود او روح شاد
- Ekmek, sofrada durduğu müddetçe cansızdır. Fakat insan vücudunda neşeli ruh kesilir.
-
در دل سفره نگردد مستحیل ** مستحیلش جان کند از سلسبیل 1475
- Sofranın ortasında duran o ekmeğin can olması imkânsızdır. Fakat can, sel sebil suyu ile o olmayacak şeyi yapar, ekmeği ruh haline getirir.
-
قوت جان است این ای راست خوان ** تا چه باشد قوت آن جان جان
- Ey doğru okuyup doğru anlayan! Bu can kuvvetidir; bir düşün, o canlar canının kuvveti ne olabilir?
-
گوشت پارهی آدمی با عقل و جان ** میشکافد کوه را با بحر و کان
- İnsanın bir tek kolu, candan gelen kuvvetle dağı, denizle, madenlerle yarıp delmekte.
-
زور جان کوه کن شق حجر ** زور جان جان در انشق القمر
- Dağ yaran (Ferhâd’ın) candan gelen kuvveti taş delmek, canlar canının kuvveti de kameri ikiye bölmektir.
-
گر گشاید دل سر انبان راز ** جان به سوی عرش سازد ترک تاز
- Gönül, Tanrı sırları dağarcığını açarsa can, arşa doğru süratle koşar gider.
-
اضافت کردن آدم آن زلت را به خویشتن که ربنا ظلمناو اضافت کردن ابلیس گناه خود را به خدا که بما أغويتنی
- Âdem Aleyhisselâm’ın “ Rabbenâ zalemnâ “ diye hatayı kendisine isnadetmesi, İblîs’in “Bimâ agveyteni “ diyerek suçu Tanrı’ya yüklemesi
-
کرد حق و کرد ما هر دو ببین ** کرد ما را هست دان پیداست این 1480
- Hakk’ın yaptıklarını da gör, bizim yaptıklarımızı da. Her ikisini de gör ve bizim yaptığımız işler olduğunu bil, zaten bu meydanda.
-
گر نباشد فعل خلق اندر میان ** پس مگو کس را چرا کردی چنان
- Ortada halkın yaptığı işler yoksa, her şeyi Hak yapıyorsa, şu halde kimseye “bunu niye böyle yaptın” deme!
-
خلق حق افعال ما را موجد است ** فعل ما آثار خلق ایزد است
- Tanrı’nın yaratması, bizim yaptığımız işleri meydana getirmektedir. Bizim işlerimiz, Tanrı işinin eserleridir.
-
ناطقی یا حرف بیند یا غرض ** کی شود یک دم محیط دو عرض
- Söz söyleyen kimse, ya harfleri görür yahut manayı. Bir anda her ikisini birden nasıl görebilir?
-
گر به معنی رفت شد غافل ز حرف ** پیش و پس یک دم نبیند هیچ طرف
- İnsan, konuşurken manayı düşünür, onu kastederse harflerden gafildir. Hiçbir göz, bir anda hem önünü, hem ardını göremez.
-
آن زمان که پیش بینی آن زمان ** تو پس خود کی ببینی این بدان 1485
- Şunu iyice bil! Önünü gördüğün zaman ardını nasıl görebilirsin?