-
سوی قصه گفتنش میداشت گوش ** سوی نبض و جستنش میداشت هوش 160
- Hekim, kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının atmasına dikkat etmekteydi.
-
تا که نبض از نام کی گردد جهان ** او بود مقصود جانش در جهانا ن
- Nabzı, kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün istediği odur(diyordu).
-
دوستان شهر او را بر شمرد ** بعد از آن شهری دگر را نام برد
- Memleketindeki dostlarını saydı, döktü. Ondan sonra diğer bir memleketi andı.
-
گفت چون بیرون شدی از شهر خویش ** در کدامین شهر بوده ستی تو بیش
- “Memleketinden çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?”dedi.
-
نام شهری گفت وز آن هم در گذشت ** رنگ روی و نبض او دیگر نگشت
- Kız bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi, nabzının atması başkalaşmadı.
-
خواجگان و شهرها را یک به یک ** باز گفت از جای و از نان و نمک 165
- Efendileri ve şehirleri birer birer saydı; o yerleri, yurtları, oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek yediği kişileri tekrar tekrar söyledi.
-
شهر شهر و خانه خانه قصه کرد ** نی رگش جنبید و نی رخ گشت زرد
- Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın ne damarı oynadı, ne çehresi sarardı.
-
نبض او بر حال خود بد بیگزند ** تا بپرسید از سمرقند چو قند
- Hekim şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı tabiî haldeydi fazla atmıyordu.
-
نبض جست و روی سرخ و زرد شد ** کز سمرقندی زرگر فرد شد
- Semerkand’ı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkand’lı bir kuyumcudan ayrılmıştı.
-
چون ز رنجور آن حکیم این راز یافت ** اصل آن درد و بلا را باز یافت
- O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belânın aslına erişince:
-
گفت کوی او کدام است در گذر ** او سر پل گفت و کوی غاتفر 170
- “Onun semti hangi mahallede?” diye sordu. Kız, “Köprübaşında, Gatfer mahallesinde” dedi.
-
گفت دانستم که رنجت چیست زود ** در خلاصت سحرها خواهم نمود
- Hekim, “Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi hususunda sihirler göstereceğim;
-
شاد باش و فارغ و ایمن که من ** آن کنم با تو که باران با چمن
- Sevin, ilişik etme, emin ol ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana onu yapacağım;
-
من غم تو میخورم تو غم مخور ** بر تو من مشفقترم از صد پدر
- Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan daha şefkatliyim;
-
هان و هان این راز را با کس مگو ** گر چه از تو شه کند بس جستجو
- Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne kadar sorup soruştursa yine sakla;
-
چون که اسرارت نهان در دل شود ** آن مرادت زودتر حاصل شود 175
- Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hâsıl olur; dedi.
-
گفت پیغمبر که هر که سر نهفت ** زود گردد با مراد خویش جفت
- Peygamber demiştir ki: “Her kim sırrını saklar ise çabucak muradına erişir.”
-
دانه چون اندر زمین پنهان شود ** سر آن سر سبزی بستان شود
- Tohum toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesi ile neticelenir.
-
زر و نقره گر نبودندی نهان ** پرورش کی یافتندی زیر کان
- Altın ve gümüş gizli olmasalardı... Madende nasıl musaffa olurlar, nasıl altın ve gümüş haline gelirlerdi?
-
وعدهها و لطفهای آن حکیم ** کرد آن رنجور را ایمن ز بیم
- O hekimin vaatleri ve lütufları hastayı korkudan emin etti.
-
وعدهها باشد حقیقی دل پذیر ** وعدهها باشد مجازی تاسهگیر 180
- Hakiki olan vaatleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaatler ise insanı ıstıraba sokar.
-
وعدهی اهل کرم گنج روان ** وعدهی نااهل شد رنج روان
- Kerem ehlinin vaatleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaatleri ise gönül azabıdır.
-
دریافتن آن ولی رنج را و عرض کردن رنج او را پیش پادشاه
- O velinin, halayığın hastalığını anlaması ve padişaha arz etmesi
-
بعد از آن برخاست و عزم شاه کرد ** شاه را ز ان شمهای آگاه کرد
- Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti, padişahı bu meseleden birazcık haberdar etti.
-
گفت تدبیر آن بود کان مرد را ** حاضر آریم از پی این درد را
- Dedi ki: “Çare şundan ibaret: bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim.
-
مرد زرگر را بخوان ز ان شهر دور ** با زر و خلعت بده او را غرور
- Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbise ile aldat.”
-
فرستادن پادشاه رسولان به سمرقند به آوردن زرگر
- Padişahın, kuyumcuyu getirmek üzere Semerkand’a elçiler yollaması
-
شه فرستاد آن طرف یک دو رسول ** حاذقان و کافیان بس عدول 185
- Padişah, hekimden bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti. O tarafa ehliyetli, kifayetli, âdil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi.
-
تا سمرقند آمدند آن دو امیر ** پیش آن زرگر ز شاهنشه بشیر
- O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand’a kadar geldiler.
-
کای لطیف استاد کامل معرفت ** فاش اندر شهرها از تو صفت
- Dediler ki: “Ey lütuf sahibi üstat, ey marifette kâmil kişi! Öğülmen şehirlere yayılmıştır.
-
نک فلان شه از برای زرگری ** اختیارت کرد زیرا مهتری
- İşte filân padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zira (bu işte) pek büyüksün, pek kâmilsin.
-
اینک این خلعت بگیر و زر و سیم ** چون بیایی خاص باشی و ندیم
- Şimdicek şu elbiseyi, altın ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedimlerinden olursun.”
-
مرد مال و خلعت بسیار دید ** غره شد از شهر و فرزندان برید 190
- Adam; çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan ayrıldı.
-
اندر آمد شادمان در راه مرد ** بیخبر کان شاه قصد جانش کرد
- Adam, neşeli bir halde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah canına kastetmişti.
-
اسب تازی بر نشست و شاد تاخت ** خونبهای خویش را خلعت شناخت
- Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı!
-
ای شده اندر سفر با صد رضا ** خود به پای خویش تا سوء القضا
- Ey yüzlerce razılıkla sefere düşen ve bizzat kendi ayağı ile kötü bir kazaya giden!
-
در خیالش ملک و عز و مهتری ** گفت عزرائیل رو آری بری
- Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrail “Git, evet, muradına erişirsin” demekte!
-
چون رسید از راه آن مرد غریب ** اندر آوردش به پیش شه طبیب 195
- O garip kişi yoldan gelince, hekim, onu padişahın huzuruna götürdü;
-
سوی شاهنشاه بردندش به ناز ** تا بسوزد بر سر شمع طراز
- Güzellik mumunun başı ucunda yakılması için onu, padişahın yanına izzet ve ikramla iletti.
-
شاه دید او را بسی تعظیم کرد ** مخزن زر را بدو تسلیم کرد
- Padişah, onu görünce pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti.
-
پس حکیمش گفت کای سلطان مه ** آن کنیزک را بدین خواجه بده
- Sonra hekim dedi ki: “Ey büyük sultan o cariyeciği bu tacire ver
-
تا کنیزک در وصالش خوش شود ** آب وصلش دفع آن آتش شود
- Ki visali ile iyileşsin, visalinin suyu o ateşi gidersin.”
-
شه بدو بخشید آن مه روی را ** جفت کرد آن هر دو صحبت جوی را 200
- Padişah, o ay yüzlüyü kuyumcuya bahşetti, o iki sohbet müştakını birbirine çift etti.
-
مدت شش ماه میراندند کام ** تا به صحت آمد آن دختر تمام
- Altı ay kadar murat alıp murat verdiler. Bu suretle o kız da tamamen iyileşti.
-
بعد از آن از بهر او شربت بساخت ** تا بخورد و پیش دختر میگداخت
- Ondan sonra hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı, kuyumcu içti, kızın karşısında erimeye başladı.
-
چون ز رنجوری جمال او نماند ** جان دختر در وبال او نماند
- Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun derdinden azat oldu, ondan vazgeçti.
-
چون که زشت و ناخوش و رخ زرد شد ** اندک اندک در دل او سرد شد
- Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca, yüzü sararıp solunca kızın gönlü de yavaş yavaş ondan soğudu.
-
عشقهایی کز پی رنگی بود ** عشق نبود عاقبت ننگی بود 205
- Ancak zahirî güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir. Onlar nihayet bir âr olur.
-
کاش کان هم ننگ بودی یک سری ** تا نرفتی بر وی آن بد داوری
- Keşke kuyumcu baştanbaşa ayıp ve âr olsaydı, tamamıyla çirkin bulunsaydı da başına bu kötü hal gelmeseydi!
-
خون دوید از چشم همچون جوی او ** دشمن جان وی آمد روی او
- Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlar aktı, yüzü canına düşman kesildi.
-
دشمن طاوس آمد پر او ** ای بسی شه را بکشته فر او
- Tavus kuşunun kanadı, kendisine düşmandır. Nice padişahlar vardır ki kuvvet ve azametleri helâklerine sebep olmuştur.
-
گفت من آن آهوم کز ناف من ** ریخت این صیاد خون صاف من
- Kuyumcu, ”Ben o ahuyum ki göbeğimin miskinden dolayı bu avcı, benim saf kanımı dökmüştür.