-
کس نتانست اندر آن کره رسید ** رفت در کهسارها شد ناپدید 2530
- Kimse yavruya erişmedi; dağlar arasına dalıp kayboldu.
-
گفت دیدید آن قضا مبرم شده ست ** صورت اومید را گردن زده ست
- Salih dedi ki: “Gördünüz mü Tanrı’nın bu kazası nasıl geldi? Artık ümidin boynunu vurdu.”
-
کرهی ناقه چه باشد خاطرش ** که بجا آرید ز احسان و برش
- Devenin yavrusu nedir? Salih? Peygamberin gönlü. Onun hatırını ele alın, onun isteğini yerine getirin.
-
گر بجا آید دلش رستید از آن ** ور نه نومیدید و ساعد را گزان
- Onun gönlünü alırsanız azaptan kurtuldunuz; yoksa, pişman olduğunuzun, ümitsizliğe düştüğünüzün günüdür.
-
چون شنیدند این وعید منکدر ** چشم بنهادند و آن را منتظر
- Salih’ten bu bulanık vâdi duydukları gibi azaba göz dikip beklemeye başladılar.
-
روز اول روی خود دیدند زرد ** میزدند از ناامیدی آه سرد 2535
- Birinci gün yüzlerinin sarardığını gördüler.Ümitsizlikle soğuk soğuk ah etmeye başladılar.
-
سرخ شد روی همه روز دوم ** نوبت اومید و توبه گشت گم
- İkinci günü hepsinin yüzü kızardı. Artık ümit ve tövbe nöbeti kayboldu.
-
شد سیه روز سوم روی همه ** حکم صالح راست شد بیملحمه
- Üçüncü gün hepsinin yüzü kapkara kesildi. Salih Peygamberin hükmü: cenksiz, cidalsiz doğru çıktı.
-
چون همه در ناامیدی سر زدند ** همچو مرغان در دو زانو آمدند
- Hepsi de ümitsiz bir hale gelince kuşlar gibi ayaklarını altlarına alıp iki dizlerinin üstlerine çöktüler.
-
در نبی آورد جبریل امین ** شرح این زانو زدن را جاثمین
- Cibril-i Emin, bu diz çökmeyi Peygambere “Câsimîn” âyetini getirerek Kur’an’da anlattı.
-
زانو آن دم زن که تعلیمت کنند ** وز چنین زانو زدن بیمت کنند 2540
- Sana diz çökmeyi öğrettikleri ve seni bu çeşit diz çökmeden korkuttukları vakit, yani belâ gelmeden diz çök!
-
منتظر گشتند زخم قهر را ** قهر آمد نیست کرد آن شهر را
- Salih’in kavmi, Tanrı kahrının zahmını beklediler: o kahır ve azap da gelip o şehri yok etti.
-
صالح از خکوت بسوی شهر رفت ** شهر دید اندر میان دود و نفت
- Salih, halvetten çıkıp şehre doğru gitti; gördü ki şehir duman ve ateş içinde.
-
ناله از اجزای ایشان میشنید ** نوحه پیدا نوحه گویان ناپدید
- Onların hâk ile yeksân olmuş cüzülerinden bile feryat ve figanlarını duyuyordu; feryat duyulmaktaydı ama ortada feryat eden yok!
-
ز استخوانهاشان شنید او نالهها ** اشک ریز از جانشان چون ژالهها
- Kemiklerinden iniltiler, sızıntılar duydu; canları çiğ taneleri gibi yaş döküyor, ağlıyordu.
-
صالح آن بشنید و گریه ساز کرد ** نوحه بر نوحه گران آغاز کرد 2545
- Salih bunu duyup ağlamaya başladı: feryat edenlere feryat etmeye koyuldu:
-
گفت ای قومی به باطل زیسته ** وز شما من پیش حق بگریسته
- ”Ey bâtıl yolda yaşayan kavim! Ben sizin çevrinizden Tanrı’ya şikâyet etmiş ağlamıştım.
-
حق بگفته صبر کن بر جورشان ** پندشان ده بس نماند از دورشان
- Tanrı, bana “Onların eziyetlerine sabret; onlara nasihat ver. Zaten devirlerinden çok bir zaman kalmadı” demişti.
-
من بگفته پند شد بند از جفا ** شیر پند از مهر جوشد وز صفا
- Ben, “ Cefaları eziyetleri yüzünden onlara nasihat edemiyorum. Nasihat sütü sevgiden, sâflıktan coşup akar” demiştim.
-
بس که کردید از جفا بر جای من ** شیر پند افسرد در رگهای من
- Bana o kadar eziyetler ettiniz ki nasihat sütü damarlarımda dondu.
-
حق مرا گفته ترا لطفی دهم ** بر سر آن زخمها مرهم نهم 2550
- Tanrı, bana “Ben sana lûtuf ve inayet eder, o yaralara merhem koyarım” buyurdu.
-
صاف کرده حق دلم را چون سما ** روفته از خاطرم جور شما
- Hak, gönlümü gök gibi sâf bir hale getirdi. Gönlümden, sizin cefalarınızı sildi, süpürdü.
-
در نصیحت من شده بار دگر ** گفته امثال و سخنها چون شکر
- Yine size nasihatler vermeye, şeker gibi temsiller getirmeye , sözler söylemeye başladım.
-
شیر تازه از شکر انگیخته ** شیر و شهدی با سخن آمیخته
- Şekerden taze süt çıkarıp balla şekeri sözlerime katmaya, size tatlı tatlı öğütler vermeye koyuldum.
-
در شما چون زهر گشته آن سخن ** ز آن که زهرستان بدید از بیخ و بن
- O sözler, size zehir gibi tesir etti. Çünkü siz baştan aşağı zehir membaı, zehir madeniydiniz, zehirden ibarettiniz.
-
چون شوم غمگین که غم شد سر نگون ** غم شما بودید ای قوم حرون 2555
- Nasıl gamlanayım ki gam baş aşağı yuvarlanıp gitti. Ey inatçı kavim! Gam sizdiniz.
-
هیچ کس بر مرگ غم نوحه کند ** ریش سر چون شد کسی مو بر کند
- Gamın ölümüne ağlayıp feryat eden olur mu? Baştaki yara iyileşince bu yüzden saçını sakalını yolan bulunur mu?”
-
رو به خود کرد و بگفت ای نوحهگر ** نوحهات را مینیرزد آن نفر
- Salih, yüzünü kendine çevirip dedi ki: “Ey feryat eden, onlar feryat etmeye değmez!”
-
کژ مخوان ای راست خوانندهی مبین ** کیف آسی قل لقوم ظالمین
- Ey Kur’an’ı doğru okuyan! Eğri okuma. Zâlim kavmin ardından nasıl yas tutayım?
-
باز اندر چشم و دل او گریه یافت ** رحمتی بیعلتی در وی بتافت
- Fakat yine gözünden, gönlünden yaşlar akmaya başladı. Onda sebepsiz bir merhamet hâsıl oldu.
-
قطره میبارید و حیران گشته بود ** قطرهی بیعلت از دریای جود 2560
- Gözyaşı damarları (yağmur gibi) yağmaktaydı, kendisi de şaşırmıştı. Bu katralar, cömertlik ve kerem denizinin sebepsiz akan katralarıydı.
-
عقل او میگفت کین گریه ز چیست ** بر چنان افسوسیان شاید گریست
- O ağlarken aklı diyordu ki: “Bu ağlama neden? Seninle eğlenen o çeşit bir kavme ağlamak reva mı?
-
بر چه میگریی بگو بر فعلشان ** بر سپاه کینه توز بدنشان
- Neye ağlıyorsun, söyle. Yaptıkları işlere mi? O gidişleri kötü kin askerine mi?
-
بر دل تاریک پر زنگارشان ** بر زبان زهر همچون مارشان
- Onların paslı karanlık gönüllerine mi, yılan gibi zehirli dillerine mi?
-
بر دم و دندان سگسارانهشان ** بر دهان و چشم کژدم خانهشان
- Onların Segsar’larınkine benzeyen nefes ve dişlerine mi? Akrep yatağı olan ağız ve gözlerine mi?
-
بر ستیز و تسخر و افسوسشان ** شکر کن چون کرد حق محبوسشان 2565
- İnatlarına mı, alaylarına mı, kınamalarına mı? Şükret; bak, Tanrı onları nasıl hapsetti, helâk eyledi!
-
دستشان کژ پایشان کژ چشم کژ ** مهرشان کژ صلحشان کژ خشم کژ
- Elleri eğri, ayakları eğri, gözleri eğri, bakışları eğri, savaşları eğri, öfkeleri eğri...
-
از پی تقلید و معقولات نقل ** پا نهاده بر جمال پیر عقل
- Onlar, geçmişleri taklit edip naklettikleri reylere uyduklarından bu akıl pîrinin başına ayak bastılar.
-
پیر خر نی جمله گشته پیر خر ** از ریای چشم و گوش همدگر
- Birbirlerine görünmek ve duyulmak kaygısı ile hür ihtiyar olmadılar, kart eşek oldular.
-
از بهشت آورد یزدان بردگان ** تا نمایدشان سقر پروردگان
- Tanrı cehennemlikleri göstermek üzere dünyaya cennetten kullar getirdi...”
-
در معنی آن که مرج البحرين يلتقیان بينهما برزخ لا يبغیان
- Tanrı iki deniz yarattı,birbirlerine kavuştukları halde aralarında bir perde vardır,birbirlerine karışmazlar“ âyetlerinin mânası
-
اهل نار و خلد را بین هم دکان ** در میانشان برزخ لا یبغیان 2570
- Cehennemlikler, cennetlikler bir dükkânda otururlar. Aralarında bir perde vardır, birbirlerine karışmazlar.
-
اهل نار و اهل نور آمیخته ** در میانشان کوه قاف انگیخته
- Nâr ehliyle nur ehli, görünüşte karışıktır ama aralarında Kaf dağı çekilmiştir.
-
همچو در کان خاک و زر کرد اختلاط ** در میانشان صد بیابان و رباط
- Bunlar, madende toprakla altının birbirine karışmasına benzerler. Toprakla altın karışıktır ama aralarında yüzlerce ova, yüzlerce konak var!
-
همچنان که عقد در در و شبه ** مختلط چون میهمان یک شبه
- Bu, bir dizide hakikî inci ile yalancı incinin bir gecelik konuk gibi misafir olmasına benzer.
-
بحر را نیمیش شیرین چون شکر ** طعم شیرین رنگ روشن چون قمر
- Denizin yarısı şeker gibi tatlı, lezzetli, rengi ay gibi parlak;
-
نیم دیگر تلخ همچون زهر مار ** طمع تلخ و رنگ مظلم قیروار 2575
- Diğer yarısı, yılan zehiri gibi acı,lezzetsiz, rengi de katran gibi kara.
-
هر دو بر هم میزنند از تحت و اوج ** بر مثال آب دریا موج موج
- Cennetlikle cehennemlik olanlar da deniz gibi alttan üstten, dalgalanıp dururlar.
-
صورت بر هم زدن از جسم تنگ ** اختلاط جانها در صلح و جنگ
- Dar ve küçük bir cisimden dalgaların birbiri ardınca zuhuru da canların barışta, savaşta birbirlerine karışmalarına benzer.
-
موجهای صلح بر هم میزند ** کینهها از سینهها بر میکند
- Barış dalgaları kopar, gönüllerden kinleri giderir.
-
موجهای جنگ بر شکل دگر ** مهرها را میکند زیر و زبر
- Bunun aksine savaş dalgaları kopar, sevgileri altüst eder.