English    Türkçe    فارسی   

1
2530-2579

  • کس نتانست اندر آن کره رسید ** رفت در کهسارها شد ناپدید 2530
  • Kimse yavruya erişmedi; dağlar arasına dalıp kayboldu.
  • گفت دیدید آن قضا مبرم شده ست ** صورت اومید را گردن زده ست‌‌
  • Salih dedi ki: “Gördünüz mü Tanrı’nın bu kazası nasıl geldi? Artık ümidin boynunu vurdu.”
  • کره‌‌ی ناقه چه باشد خاطرش ** که بجا آرید ز احسان و برش‌‌
  • Devenin yavrusu nedir? Salih? Peygamberin gönlü. Onun hatırını ele alın, onun isteğini yerine getirin.
  • گر بجا آید دلش رستید از آن ** ور نه نومیدید و ساعد را گزان‌‌
  • Onun gönlünü alırsanız azaptan kurtuldunuz; yoksa, pişman olduğunuzun, ümitsizliğe düştüğünüzün günüdür.
  • چون شنیدند این وعید منکدر ** چشم بنهادند و آن را منتظر
  • Salih’ten bu bulanık vâdi duydukları gibi azaba göz dikip beklemeye başladılar.
  • روز اول روی خود دیدند زرد ** می‌‌زدند از ناامیدی آه سرد 2535
  • Birinci gün yüzlerinin sarardığını gördüler.Ümitsizlikle soğuk soğuk ah etmeye başladılar.
  • سرخ شد روی همه روز دوم ** نوبت اومید و توبه گشت گم‌‌
  • İkinci günü hepsinin yüzü kızardı. Artık ümit ve tövbe nöbeti kayboldu.
  • شد سیه روز سوم روی همه ** حکم صالح راست شد بی‌‌ملحمه‌‌
  • Üçüncü gün hepsinin yüzü kapkara kesildi. Salih Peygamberin hükmü: cenksiz, cidalsiz doğru çıktı.
  • چون همه در ناامیدی سر زدند ** همچو مرغان در دو زانو آمدند
  • Hepsi de ümitsiz bir hale gelince kuşlar gibi ayaklarını altlarına alıp iki dizlerinin üstlerine çöktüler.
  • در نبی آورد جبریل امین ** شرح این زانو زدن را جاثمین‌‌
  • Cibril-i Emin, bu diz çökmeyi Peygambere “Câsimîn” âyetini getirerek Kur’an’da anlattı.
  • زانو آن دم زن که تعلیمت کنند ** وز چنین زانو زدن بیمت کنند 2540
  • Sana diz çökmeyi öğrettikleri ve seni bu çeşit diz çökmeden korkuttukları vakit, yani belâ gelmeden diz çök!
  • منتظر گشتند زخم قهر را ** قهر آمد نیست کرد آن شهر را
  • Salih’in kavmi, Tanrı kahrının zahmını beklediler: o kahır ve azap da gelip o şehri yok etti.
  • صالح از خکوت بسوی شهر رفت ** شهر دید اندر میان دود و نفت
  • Salih, halvetten çıkıp şehre doğru gitti; gördü ki şehir duman ve ateş içinde.
  • ناله از اجزای ایشان می‌‌شنید ** نوحه پیدا نوحه گویان ناپدید
  • Onların hâk ile yeksân olmuş cüzülerinden bile feryat ve figanlarını duyuyordu; feryat duyulmaktaydı ama ortada feryat eden yok!
  • ز استخوانهاشان شنید او ناله‌‌ها ** اشک ریز از جانشان چون ژاله‌‌ها
  • Kemiklerinden iniltiler, sızıntılar duydu; canları çiğ taneleri gibi yaş döküyor, ağlıyordu.
  • صالح آن بشنید و گریه ساز کرد ** نوحه بر نوحه گران آغاز کرد 2545
  • Salih bunu duyup ağlamaya başladı: feryat edenlere feryat etmeye koyuldu:
  • گفت ای قومی به باطل زیسته ** وز شما من پیش حق بگریسته‌‌
  • ”Ey bâtıl yolda yaşayan kavim! Ben sizin çevrinizden Tanrı’ya şikâyet etmiş ağlamıştım.
  • حق بگفته صبر کن بر جورشان ** پندشان ده بس نماند از دورشان‌‌
  • Tanrı, bana “Onların eziyetlerine sabret; onlara nasihat ver. Zaten devirlerinden çok bir zaman kalmadı” demişti.
  • من بگفته پند شد بند از جفا ** شیر پند از مهر جوشد وز صفا
  • Ben, “ Cefaları eziyetleri yüzünden onlara nasihat edemiyorum. Nasihat sütü sevgiden, sâflıktan coşup akar” demiştim.
  • بس که کردید از جفا بر جای من ** شیر پند افسرد در رگهای من‌‌
  • Bana o kadar eziyetler ettiniz ki nasihat sütü damarlarımda dondu.
  • حق مرا گفته ترا لطفی دهم ** بر سر آن زخمها مرهم نهم‌‌ 2550
  • Tanrı, bana “Ben sana lûtuf ve inayet eder, o yaralara merhem koyarım” buyurdu.
  • صاف کرده حق دلم را چون سما ** روفته از خاطرم جور شما
  • Hak, gönlümü gök gibi sâf bir hale getirdi. Gönlümden, sizin cefalarınızı sildi, süpürdü.
  • در نصیحت من شده بار دگر ** گفته امثال و سخنها چون شکر
  • Yine size nasihatler vermeye, şeker gibi temsiller getirmeye , sözler söylemeye başladım.
  • شیر تازه از شکر انگیخته ** شیر و شهدی با سخن آمیخته‌‌
  • Şekerden taze süt çıkarıp balla şekeri sözlerime katmaya, size tatlı tatlı öğütler vermeye koyuldum.
  • در شما چون زهر گشته آن سخن ** ز آن که زهرستان بدید از بیخ و بن‌‌
  • O sözler, size zehir gibi tesir etti. Çünkü siz baştan aşağı zehir membaı, zehir madeniydiniz, zehirden ibarettiniz.
  • چون شوم غمگین که غم شد سر نگون ** غم شما بودید ای قوم حرون‌‌ 2555
  • Nasıl gamlanayım ki gam baş aşağı yuvarlanıp gitti. Ey inatçı kavim! Gam sizdiniz.
  • هیچ کس بر مرگ غم نوحه کند ** ریش سر چون شد کسی مو بر کند
  • Gamın ölümüne ağlayıp feryat eden olur mu? Baştaki yara iyileşince bu yüzden saçını sakalını yolan bulunur mu?”
  • رو به خود کرد و بگفت ای نوحه‌‌گر ** نوحه‌‌ات را می‌‌نیرزد آن نفر
  • Salih, yüzünü kendine çevirip dedi ki: “Ey feryat eden, onlar feryat etmeye değmez!”
  • کژ مخوان ای راست خواننده‌‌ی مبین ** کیف آسی قل لقوم ظالمین‌‌
  • Ey Kur’an’ı doğru okuyan! Eğri okuma. Zâlim kavmin ardından nasıl yas tutayım?
  • باز اندر چشم و دل او گریه یافت ** رحمتی بی‌‌علتی در وی بتافت‌‌
  • Fakat yine gözünden, gönlünden yaşlar akmaya başladı. Onda sebepsiz bir merhamet hâsıl oldu.
  • قطره می‌‌بارید و حیران گشته بود ** قطره‌‌ی بی‌‌علت از دریای جود 2560
  • Gözyaşı damarları (yağmur gibi) yağmaktaydı, kendisi de şaşırmıştı. Bu katralar, cömertlik ve kerem denizinin sebepsiz akan katralarıydı.
  • عقل او می‌‌گفت کین گریه ز چیست ** بر چنان افسوسیان شاید گریست‌‌
  • O ağlarken aklı diyordu ki: “Bu ağlama neden? Seninle eğlenen o çeşit bir kavme ağlamak reva mı?
  • بر چه می‌‌گریی بگو بر فعلشان ** بر سپاه کینه توز بدنشان‌‌
  • Neye ağlıyorsun, söyle. Yaptıkları işlere mi? O gidişleri kötü kin askerine mi?
  • بر دل تاریک پر زنگارشان ** بر زبان زهر همچون مارشان‌‌
  • Onların paslı karanlık gönüllerine mi, yılan gibi zehirli dillerine mi?
  • بر دم و دندان سگسارانه‌‌شان ** بر دهان و چشم کژدم خانه‌‌شان‌‌
  • Onların Segsar’larınkine benzeyen nefes ve dişlerine mi? Akrep yatağı olan ağız ve gözlerine mi?
  • بر ستیز و تسخر و افسوسشان ** شکر کن چون کرد حق محبوسشان‌‌ 2565
  • İnatlarına mı, alaylarına mı, kınamalarına mı? Şükret; bak, Tanrı onları nasıl hapsetti, helâk eyledi!
  • دستشان کژ پایشان کژ چشم کژ ** مهرشان کژ صلح‌‌شان کژ خشم کژ
  • Elleri eğri, ayakları eğri, gözleri eğri, bakışları eğri, savaşları eğri, öfkeleri eğri...
  • از پی تقلید و معقولات نقل ** پا نهاده بر جمال پیر عقل‌‌
  • Onlar, geçmişleri taklit edip naklettikleri reylere uyduklarından bu akıl pîrinin başına ayak bastılar.
  • پیر خر نی جمله گشته پیر خر ** از ریای چشم و گوش همدگر
  • Birbirlerine görünmek ve duyulmak kaygısı ile hür ihtiyar olmadılar, kart eşek oldular.
  • از بهشت آورد یزدان بردگان ** تا نمایدشان سقر پروردگان‌‌
  • Tanrı cehennemlikleri göstermek üzere dünyaya cennetten kullar getirdi...”
  • در معنی آن که مرج البحرين يلتقیان بينهما برزخ لا يبغیان
  • Tanrı iki deniz yarattı,birbirlerine kavuştukları halde aralarında bir perde vardır,birbirlerine karışmazlar“ âyetlerinin mânası
  • اهل نار و خلد را بین هم دکان ** در میانشان برزخ لا یبغیان‌‌ 2570
  • Cehennemlikler, cennetlikler bir dükkânda otururlar. Aralarında bir perde vardır, birbirlerine karışmazlar.
  • اهل نار و اهل نور آمیخته ** در میانشان کوه قاف انگیخته‌‌
  • Nâr ehliyle nur ehli, görünüşte karışıktır ama aralarında Kaf dağı çekilmiştir.
  • همچو در کان خاک و زر کرد اختلاط ** در میانشان صد بیابان و رباط
  • Bunlar, madende toprakla altının birbirine karışmasına benzerler. Toprakla altın karışıktır ama aralarında yüzlerce ova, yüzlerce konak var!
  • همچنان که عقد در در و شبه ** مختلط چون میهمان یک شبه‌‌
  • Bu, bir dizide hakikî inci ile yalancı incinin bir gecelik konuk gibi misafir olmasına benzer.
  • بحر را نیمیش شیرین چون شکر ** طعم شیرین رنگ روشن چون قمر
  • Denizin yarısı şeker gibi tatlı, lezzetli, rengi ay gibi parlak;
  • نیم دیگر تلخ همچون زهر مار ** طمع تلخ و رنگ مظلم قیروار 2575
  • Diğer yarısı, yılan zehiri gibi acı,lezzetsiz, rengi de katran gibi kara.
  • هر دو بر هم می‌‌زنند از تحت و اوج ** بر مثال آب دریا موج موج‌‌
  • Cennetlikle cehennemlik olanlar da deniz gibi alttan üstten, dalgalanıp dururlar.
  • صورت بر هم زدن از جسم تنگ ** اختلاط جانها در صلح و جنگ‌‌
  • Dar ve küçük bir cisimden dalgaların birbiri ardınca zuhuru da canların barışta, savaşta birbirlerine karışmalarına benzer.
  • موجهای صلح بر هم می‌‌زند ** کینه‌‌ها از سینه‌‌ها بر می‌‌کند
  • Barış dalgaları kopar, gönüllerden kinleri giderir.
  • موجهای جنگ بر شکل دگر ** مهرها را می‌‌کند زیر و زبر
  • Bunun aksine savaş dalgaları kopar, sevgileri altüst eder.