-
آینهی هستی چه باشد نیستی ** نیستی بر گر تو ابله نیستی
- Varlığın aynası nedir? Yokluk. Ahmak değilsen yokluğu ihtiyar et.
-
هستی اندر نیستی بتوان نمود ** مال داران بر فقیر آرند جود
- Varlık, yoklukta görünebilir. Zenginler, yoksula cömertlik edebilirler.
-
آینهی صافی نان خود گرسنه ست ** سوخته هم آینهی آتش زنه ست
- Ekmeğin saf aynası açtır; kav da çakmak taşının aynasıdır.
-
نیستی و نقص هر جایی که خاست ** آینهی خوبی جملهی پیشههاست
- Bir yerde yokluk ve noksan oldu mu...bu, bütün sanatların güzelliğine aynadır.
-
چون که جامه چست و دوزیده بود ** مظهر فرهنگ درزی چون شود 3205
- Elbise biçilmiş, dikilmiş olursa terzinin mahareti görünebilir mi?
-
ناتراشیده همیباید جذوع ** تا دروگر اصل سازد یا فروع
- Budaklar yontulmamış olmalı ki marangoz onu yontsun, rendelesin... Ondan asla, yahut fer’e ait bir şey yapsın.
-
خواجهی اشکسته بند آن جا رود ** که در آن جا پای اشکسته بود
- Usta kırıkçı nerede ayağı kırılmış varsa oraya gider.
-
کی شود چون نیست رنجور نزار ** آن جمال صنعت طب آشکار
- Hasta ve arık kişi olmazsa tıp sanatının güzelliği nasıl görünür?
-
خواری و دونی مسها بر ملا ** گر نباشد کی نماید کیمیا
- Ey ulu kişi! Bakırların bayalığı, aşağılığı olmasa kimya nasıl olur da zuhur eder?
-
نقصها آیینهی وصف کمال ** و آن حقارت آینهی عز و جلال 3210
- Noksanlar, kemal vasfının aynasıdır. O horluk, yücelik ve ululuğa aynadır.
-
ز آن که ضد را ضد کند پیدا یقین ** ز آن که با سرکه پدید است انگبین
- Çünkü yakinen zıt, zıddı gösterir. Ondan dolayı bal, sirke ile görünür, (sirkengebin olur)
-
هر که نقص خویش را دید و شناخت ** اندر استکمال خود ده اسبه تاخت
- Kim, kendi noksanını görüp anlarsa yedeğinde dokuz at olduğu halde tekemmül yolunda koşar.
-
ز آن نمیپرد به سوی ذو الجلال ** کاو گمانی میبرد خود را کمال
- Kendisini kâmil sanan, ululuk sahibi Tanrı’nın yolunda uçamaz.
-
علتی بدتر ز پندار کمال ** نیست اندر جان تو ای ذو دلال
- Ey mağrur ve sapık! Canında kendini kâmil sanmaktan daha beter bir illet olamaz.
-
از دل و از دیدهات بس خون رود ** تا ز تو این معجبی بیرون رود 3215
- Senden bu kendini beğenme defoluncaya kadar gönlünden de çok kan akar, gözünden de!
-
علت ابلیس انا خیری بده ست ** وین مرض در نفس هر مخلوق هست
- İblis’in illeti “Ben, Âdem’den hayırlıyım” demesiydi. Bu hastalık, her mahlûkta vardır.
-
گر چه خود را بس شکسته بیند او ** آب صافی دان و سرگین زیر جو
- Bu hastalığa müptelâ olan, kendisini hor görse bile sen onu, altında pislik olan sâf su bil!
-
چون بشوراند ترا در امتحان ** آب سرگین رنگ گردد در زمان
- İmtihan kasdıyla onu bir karıştırsan hemen su bulanır, pislik rengini alır.
-
در تگ جو هست سرگین ای فتی ** گر چه جو صافی نماید مر ترا
- Ey yiğit! Irmak sana sâf ve berrak görünüyor ama senin ırmağının dibinde de pislik var.
-
هست پیر راه دان پر فطن ** باغهای نفس کل را جوی کن 3220
- Yol bilen anlayışlı pîr, Nefs-i küll bağlarına ark kazıcıdır.
-
جوی خود را کی تواند پاک کرد ** نافع از علم خدا شد علم مرد
- Irmak, kendisini nereden temizleyecek? İnsanın bilgisi, Tanrı bilgisiyle fayda verir.
-
کی تراشد تیغ دستهی خویش را ** رو به جراحی سپار این ریش را
- Kılıç sapını kesebilir mi? Yürü, bu yarayı bir cerraha göster.
-
بر سر هر ریش جمع آمد مگس ** تا نبیند قبح ریش خویش کس
- Kimse, yarasının kötülüğünü görmesin diye her yaranın üstüne sinek üşer.
-
آن مگس اندیشهها و آن مال تو ** ریش تو آن ظلمت احوال تو
- O sinekler; senin düşüncelerin, mallarındır; yaran da ahvalindeki zulmet!
-
ور نهد مرهم بر آن ریش تو پیر ** آن زمان ساکن شود درد و نفیر 3225
- Eğer o yaraya pîr merhem korsa o zaman derdin iyileşir, feryat ve figanın kesilir.
-
تا که پندارد که صحت یافته ست ** پرتو مرهم بر آن جا تافته ست
- Yara sahibi, merhem konunca sıhhat buldum sanır. Halbuki hakikatte oraya merhemin ışığı vurmuştur.
-
هین ز مرهم سر مکش ای پشت ریش ** و آن ز پرتو دان مدان از اصل خویش
- Kendine gel, ey sırtı yaralı, merhemden baş çekme; iyileşince de kendi kendime iyileştim deme, sıhhati merhemden bil!
-
مرتد شدن کاتب وحی به سبب آن که پرتو وحی بر او زد آن آیت را پیش از پیغامبر صلی الله علیه و اله بخواند گفت پس من هم محل وحیم
- Vahiy kâtibine vahyin ışığı urunca âyeti Peygamber Aleyhisselâm’dan önce okuması ve “Bana da vahiy geliyor” diyerek dininden dönmesi
-
پیش از عثمان یکی نساخ بود ** کاو به نسخ وحی جدی مینمود
- Osman’dan önce bir kâtip vardı. Vahyi yazmağa gayret ederdi.
-
چون نبی از وحی فرمودی سبق ** او همان را وانبشتی بر ورق
- Peygamber, kendisine vahyedilen âyetleri söyledi mi o, hemen kâğıda yazardı.
-
پرتو آن وحی بر وی تافتی ** او درون خویش حکمت یافتی 3230
- Vahyin ışığı, kâtibe vurunca, gönlüne bazı hikmetler doğardı.
-
عین آن حکمت بفرمودی رسول ** زین قدر گمراه شد آن بو الفضول
- Peygamber de onun içine doğanları aynen söylerdi. O herzevekil, bu kadarcık bir şeyden azdı. Yoldan çıkıp.
-
کانچه میگوید رسول مستنیر ** مر مرا هست آن حقیقت در ضمیر
- ”Tanrıdan nur alan Peygamber, ne söylüyorsa o söylediği şey, benim gönlümde, o hakikat benim de gönlüme doğmakta” dedi.
-
پرتو اندیشهاش زد بر رسول ** قهر حق آورد بر جانش نزول
- Düşüncesinin ışığı, Peygambere vurdu, kâtibin canına Tanrı’nın kahrı gelip çattı.
-
هم ز نساخی بر آمد هم ز دین ** شد عدوی مصطفی و دین به کین
- Hem kâtiplikten çıktı, hem dinden. Kinlenip Mustafa’ya ve dine düşman oldu.
-
مصطفی فرمود کای گبر عنود ** چون سیه گشتی اگر نور از تو بود 3235
- Mustafa “ Ey inatçı kâfir! Nur, sendense niçin şimdi kapkara kesildin?
-
گر تو ینبوع الهی بودیی ** این چنین آب سیه نگشودیی
- Eğer Tanrı ırmağının kaynağı olsaydın böyle bir kara suyun bendini açmaz, akıtmazdın” dedi.
-
تا که ناموسش به پیش این و آن ** نشکند بر بست این او را دهان
- Şunun, bunun yanında namusum bir paralık olmasın düşüncesi, ağzını bağladı.
-
اندرون میسوختش هم زین سبب ** توبه کردن مینیارست این عجب
- Bu yüzden içten yanıp yakılıyordu. Fakat şaşılacak şey şurası ki tövbe de edemiyordu.
-
آه میکرد و نبودش آه سود ** چون در آمد تیغ و سر را در ربود
- Ah ediyordu, fakat ah etmesi faydasız. Kılıç gelmiş, kelleyi uçurmuştu.
-
کرده حق ناموس را صد من حدید ** ای بسا بسته به بند ناپدید 3240
- Tanrı, namusu, ar ve hayayı yüz batman ağırlığında bir demir yapmıştır. Nice kişiler, görünmez bağlarla bağlanıp kalmıştır!
-
کبر و کفر آن سان ببست آن راه را ** که نیارد کرد ظاهر آه را
- Kibir ve kâfirlik, o yolu, o kadar bağlamıştır ki kibir ve küfür sahibi, açıkça ah edemez bile!
-
گفت اغلالا فهم به مقمحون ** نیست آن اغلال بر ما از برون
- Tanrı “Onların boyunlarına zincirler vurduk, başlarını yukarı kaldırmışlardır, indiremezler “ dedi. Bu zincirler, bizden dışarıda değil.
-
خلفهم سدا فأغشیناهم ** مینبیند بند را پیش و پس او
- “Önlerine, artlarına mânialar koyduk, gözlerini perdeleyip örttük” buyurdu. Fakat bu hale uğrayan, önündeki, ardındaki mâniaya görmez.
-
رنگ صحرا دارد آن سدی که خاست ** او نمیداند که آن سد قضاست
- O dikilen mânianın çetinliği görünmez. Çünkü o kişi, kaza ve kaderin tesiriyle kurulduğunu bilmez.
-
شاهد تو سد روی شاهد است ** مرشد تو سد گفت مرشد است 3245
- Senin sevgilin, asıl sevgilinin yüzünü örtmekte...mürşidin, asıl mürşidin, sözünü dinlemene mâni olmaktadır.
-
ای بسا کفار را سودای دین ** بندشان ناموس و کبر آن و این
- Nice kâfirler vardır ki din sevdasındadırlar. Fakat namus, kibir, şu bu; onların mâniaları, halleridir.
-
بند پنهان لیک از آهن بتر ** بند آهن را کند پاره تبر
- Bu, gizli bir bağdır ama demirden beter. Demir bağı, ancak balta kırar...
-
بند آهن را توان کردن جدا ** بند غیبی را نداند کس دوا
- Demir bağı kırmak, kaldırmak ne de olsa yine mümkündür. Fakat gayptan bağlanan bağa kimse çare bulamaz.
-
مرد را زنبور اگر نیشی زند ** طبع او آن لحظه بر دفعی تند
- Bir adamı arı sokarsa tabiatı, derhal o kötülüğü gidermek için uğraşmaya başlar.
-
زخم نیش اما چو از هستی تست ** غم قوی باشد نگردد درد سست 3250
- Bu da arı sokmasıdır ama kendi varlığından, senden meydana gelmedir. Böyle olunca da gam kuvvetlenir, illet bir türlü geçmez.