-
جوی خود را کی تواند پاک کرد ** نافع از علم خدا شد علم مرد
- Irmak, kendisini nereden temizleyecek? İnsanın bilgisi, Tanrı bilgisiyle fayda verir.
-
کی تراشد تیغ دستهی خویش را ** رو به جراحی سپار این ریش را
- Kılıç sapını kesebilir mi? Yürü, bu yarayı bir cerraha göster.
-
بر سر هر ریش جمع آمد مگس ** تا نبیند قبح ریش خویش کس
- Kimse, yarasının kötülüğünü görmesin diye her yaranın üstüne sinek üşer.
-
آن مگس اندیشهها و آن مال تو ** ریش تو آن ظلمت احوال تو
- O sinekler; senin düşüncelerin, mallarındır; yaran da ahvalindeki zulmet!
-
ور نهد مرهم بر آن ریش تو پیر ** آن زمان ساکن شود درد و نفیر 3225
- Eğer o yaraya pîr merhem korsa o zaman derdin iyileşir, feryat ve figanın kesilir.
-
تا که پندارد که صحت یافته ست ** پرتو مرهم بر آن جا تافته ست
- Yara sahibi, merhem konunca sıhhat buldum sanır. Halbuki hakikatte oraya merhemin ışığı vurmuştur.
-
هین ز مرهم سر مکش ای پشت ریش ** و آن ز پرتو دان مدان از اصل خویش
- Kendine gel, ey sırtı yaralı, merhemden baş çekme; iyileşince de kendi kendime iyileştim deme, sıhhati merhemden bil!
-
مرتد شدن کاتب وحی به سبب آن که پرتو وحی بر او زد آن آیت را پیش از پیغامبر صلی الله علیه و اله بخواند گفت پس من هم محل وحیم
- Vahiy kâtibine vahyin ışığı urunca âyeti Peygamber Aleyhisselâm’dan önce okuması ve “Bana da vahiy geliyor” diyerek dininden dönmesi
-
پیش از عثمان یکی نساخ بود ** کاو به نسخ وحی جدی مینمود
- Osman’dan önce bir kâtip vardı. Vahyi yazmağa gayret ederdi.
-
چون نبی از وحی فرمودی سبق ** او همان را وانبشتی بر ورق
- Peygamber, kendisine vahyedilen âyetleri söyledi mi o, hemen kâğıda yazardı.
-
پرتو آن وحی بر وی تافتی ** او درون خویش حکمت یافتی 3230
- Vahyin ışığı, kâtibe vurunca, gönlüne bazı hikmetler doğardı.
-
عین آن حکمت بفرمودی رسول ** زین قدر گمراه شد آن بو الفضول
- Peygamber de onun içine doğanları aynen söylerdi. O herzevekil, bu kadarcık bir şeyden azdı. Yoldan çıkıp.
-
کانچه میگوید رسول مستنیر ** مر مرا هست آن حقیقت در ضمیر
- ”Tanrıdan nur alan Peygamber, ne söylüyorsa o söylediği şey, benim gönlümde, o hakikat benim de gönlüme doğmakta” dedi.
-
پرتو اندیشهاش زد بر رسول ** قهر حق آورد بر جانش نزول
- Düşüncesinin ışığı, Peygambere vurdu, kâtibin canına Tanrı’nın kahrı gelip çattı.
-
هم ز نساخی بر آمد هم ز دین ** شد عدوی مصطفی و دین به کین
- Hem kâtiplikten çıktı, hem dinden. Kinlenip Mustafa’ya ve dine düşman oldu.
-
مصطفی فرمود کای گبر عنود ** چون سیه گشتی اگر نور از تو بود 3235
- Mustafa “ Ey inatçı kâfir! Nur, sendense niçin şimdi kapkara kesildin?
-
گر تو ینبوع الهی بودیی ** این چنین آب سیه نگشودیی
- Eğer Tanrı ırmağının kaynağı olsaydın böyle bir kara suyun bendini açmaz, akıtmazdın” dedi.
-
تا که ناموسش به پیش این و آن ** نشکند بر بست این او را دهان
- Şunun, bunun yanında namusum bir paralık olmasın düşüncesi, ağzını bağladı.
-
اندرون میسوختش هم زین سبب ** توبه کردن مینیارست این عجب
- Bu yüzden içten yanıp yakılıyordu. Fakat şaşılacak şey şurası ki tövbe de edemiyordu.
-
آه میکرد و نبودش آه سود ** چون در آمد تیغ و سر را در ربود
- Ah ediyordu, fakat ah etmesi faydasız. Kılıç gelmiş, kelleyi uçurmuştu.
-
کرده حق ناموس را صد من حدید ** ای بسا بسته به بند ناپدید 3240
- Tanrı, namusu, ar ve hayayı yüz batman ağırlığında bir demir yapmıştır. Nice kişiler, görünmez bağlarla bağlanıp kalmıştır!
-
کبر و کفر آن سان ببست آن راه را ** که نیارد کرد ظاهر آه را
- Kibir ve kâfirlik, o yolu, o kadar bağlamıştır ki kibir ve küfür sahibi, açıkça ah edemez bile!
-
گفت اغلالا فهم به مقمحون ** نیست آن اغلال بر ما از برون
- Tanrı “Onların boyunlarına zincirler vurduk, başlarını yukarı kaldırmışlardır, indiremezler “ dedi. Bu zincirler, bizden dışarıda değil.
-
خلفهم سدا فأغشیناهم ** مینبیند بند را پیش و پس او
- “Önlerine, artlarına mânialar koyduk, gözlerini perdeleyip örttük” buyurdu. Fakat bu hale uğrayan, önündeki, ardındaki mâniaya görmez.
-
رنگ صحرا دارد آن سدی که خاست ** او نمیداند که آن سد قضاست
- O dikilen mânianın çetinliği görünmez. Çünkü o kişi, kaza ve kaderin tesiriyle kurulduğunu bilmez.
-
شاهد تو سد روی شاهد است ** مرشد تو سد گفت مرشد است 3245
- Senin sevgilin, asıl sevgilinin yüzünü örtmekte...mürşidin, asıl mürşidin, sözünü dinlemene mâni olmaktadır.
-
ای بسا کفار را سودای دین ** بندشان ناموس و کبر آن و این
- Nice kâfirler vardır ki din sevdasındadırlar. Fakat namus, kibir, şu bu; onların mâniaları, halleridir.
-
بند پنهان لیک از آهن بتر ** بند آهن را کند پاره تبر
- Bu, gizli bir bağdır ama demirden beter. Demir bağı, ancak balta kırar...
-
بند آهن را توان کردن جدا ** بند غیبی را نداند کس دوا
- Demir bağı kırmak, kaldırmak ne de olsa yine mümkündür. Fakat gayptan bağlanan bağa kimse çare bulamaz.
-
مرد را زنبور اگر نیشی زند ** طبع او آن لحظه بر دفعی تند
- Bir adamı arı sokarsa tabiatı, derhal o kötülüğü gidermek için uğraşmaya başlar.
-
زخم نیش اما چو از هستی تست ** غم قوی باشد نگردد درد سست 3250
- Bu da arı sokmasıdır ama kendi varlığından, senden meydana gelmedir. Böyle olunca da gam kuvvetlenir, illet bir türlü geçmez.
-
شرح این از سینه بیرون میجهد ** لیک میترسم که نومیدی دهد
- İçimden bunu açmak, iyice anlatmak geliyor ama ümitsizlik verir diye korkuyorum.
-
نی مشو نومید و خود را شاد کن ** پیش آن فریادرس فریاد کن
- Hayır , ümitsizlenme, sevin o feryada erişen Tanrı’ya feryat et!
-
کای محب عفو از ما عفو کن ** ای طبیب رنج ناسور کهن
- Ey affetmeyi seven Tanrı, bizi affet! Ey eskimiş nasır illetinin bile hekimi, bizi bağışla!
-
عکس حکمت آن شقی را یاوه کرد ** خود مبین تا بر نیارد از تو گرد
- Hikmetin gönlüne aksetmesi o kötüyü yoldan çıkardı. Sen de kendini görme ki bu görüş senden toz kaldırmasın.
-
ای برادر بر تو حکمت جاریه ست ** آن ز ابدال است و بر تو عاریه ست 3255
- Kardeş sana akıp duran hikmet “ Tanrı Abdâli’ndendir, sana âriyettir.
-
گر چه در خود خانه نوری یافته ست ** آن ز همسایهی منور تافته ست
- O kendisinde bir nur bulmuştur ama o nur, padişahların eşiğinden vurmuştur.
-
شکر کن غره مشو بینی مکن ** گوش دار و هیچ خود بینی مکن
- Şükret, mağrur olma, ululanma, kulak as ve hiç kendini görme.
-
صد دریغ و درد کاین عاریتی ** امتان را دور کرد از امتی
- Yüz binlerce ah ki bu âriyet hal, ümmetleri ümmetlikten uzaklaştırdı.
-
من غلام آن که او در هر رباط ** خویش را واصل نداند بر سماط
- Kendisini, her konakta sofra başına varacak sanmayan kişiye kul olayım.
-
بس رباطی که بباید ترک کرد ** تا به مسکن در رسد یک روز مرد 3260
- Adamın bir gün evine varabilmesi için bir çok konakları terk etmesi lâzımdır.
-
گر چه آهن سرخ شد او سرخ نیست ** پرتو عاریت آتش زنی است
- Demir kıpkırmızı oldu ama hakikatte kızıl değildir ki. Bu kızıllık, bir ocağın demire verdiği âriyet kızıllıktır.
-
گر شود پر نور روزن یا سرا ** تو مدان روشن مگر خورشید را
- Penceredeki cam, yahut ev; nurlanırsa, ışık verirse onu parlak sanma , anla ki parlaklık güneştedir.
-
هر در و دیوار گوید روشنم ** پرتو غیری ندارم این منم
- Her kapı, duvar “ Ben parlağım, başkasının nuruyla parlamıyorum. Parlayan benim” diyebilir.
-
پس بگوید آفتاب ای نارشید ** چون که من غارب شوم آید پدید
- Fakat güneş “Ey ham! Hele ben bir batayım da ne olduğun meydana çıkar” der.
-
سبزهها گویند ما سبز از خودیم ** شاد و خندانیم و بس زیبا خدیم 3265
- Yeşillikler “ Biz kendimizden yeşerdik, sevinç içindeyiz, gülümseyip duruyoruz, ta ezelden beri bu yücelik bizde var” diyebilirler.
-
فصل تابستان بگوید ای امم ** خویش را بینید چون من بگذرم
- Fakat yaz mevsimi, onlara “ Ey ümmetler, ben geçeyim de o vakit kendinizi görün” der.
-
تن همینازد به خوبی و جمال ** روح پنهان کرده فر و پر و بال
- Vücut güzellikle öğünür, nazlanır durur. Çünkü ruh, kuvvetini, kolunu kanadını gizlemiştir.
-
گویدش ای مزبله تو کیستی ** یک دو روز از پرتو من زیستی
- Vücuda der ki: “Ey süprüntülük! Sen kim oluyorsun ki? Bir iki gün benim ışığımla yaşadın:
-
غنج و نازت مینگنجد در جهان ** باش تا که من شوم از تو جهان
- Nazın işven dünyaya sığmıyor? Hele dur, bekle; ben senden çıkayım da gör.
-
گرمدارانت ترا گوری کنند ** طعمهی موران و مارانت کنند 3270
- Seni o ziyadesiyle sevenler, mezara tıkarlar; karıncalara, yılanlara gıda ederler.