English    Türkçe    فارسی   

1
3223-3272

  • بر سر هر ریش جمع آمد مگس ** تا نبیند قبح ریش خویش کس‌‌
  • Kimse, yarasının kötülüğünü görmesin diye her yaranın üstüne sinek üşer.
  • آن مگس اندیشه‌‌ها و آن مال تو ** ریش تو آن ظلمت احوال تو
  • O sinekler; senin düşüncelerin, mallarındır; yaran da ahvalindeki zulmet!
  • ور نهد مرهم بر آن ریش تو پیر ** آن زمان ساکن شود درد و نفیر 3225
  • Eğer o yaraya pîr merhem korsa o zaman derdin iyileşir, feryat ve figanın kesilir.
  • تا که پندارد که صحت یافته ست ** پرتو مرهم بر آن جا تافته ست‌‌
  • Yara sahibi, merhem konunca sıhhat buldum sanır. Halbuki hakikatte oraya merhemin ışığı vurmuştur.
  • هین ز مرهم سر مکش ای پشت ریش ** و آن ز پرتو دان مدان از اصل خویش‌‌
  • Kendine gel, ey sırtı yaralı, merhemden baş çekme; iyileşince de kendi kendime iyileştim deme, sıhhati merhemden bil!
  • مرتد شدن کاتب وحی به سبب آن که پرتو وحی بر او زد آن آیت را پیش از پیغامبر صلی الله علیه و اله بخواند گفت پس من هم محل وحیم‌‌
  • Vahiy kâtibine vahyin ışığı urunca âyeti Peygamber Aleyhisselâm’dan önce okuması ve “Bana da vahiy geliyor” diyerek dininden dönmesi
  • پیش از عثمان یکی نساخ بود ** کاو به نسخ وحی جدی می‌‌نمود
  • Osman’dan önce bir kâtip vardı. Vahyi yazmağa gayret ederdi.
  • چون نبی از وحی فرمودی سبق ** او همان را وانبشتی بر ورق‌‌
  • Peygamber, kendisine vahyedilen âyetleri söyledi mi o, hemen kâğıda yazardı.
  • پرتو آن وحی بر وی تافتی ** او درون خویش حکمت یافتی‌‌ 3230
  • Vahyin ışığı, kâtibe vurunca, gönlüne bazı hikmetler doğardı.
  • عین آن حکمت بفرمودی رسول ** زین قدر گمراه شد آن بو الفضول‌‌
  • Peygamber de onun içine doğanları aynen söylerdi. O herzevekil, bu kadarcık bir şeyden azdı. Yoldan çıkıp.
  • کانچه می‌‌گوید رسول مستنیر ** مر مرا هست آن حقیقت در ضمیر
  • ”Tanrıdan nur alan Peygamber, ne söylüyorsa o söylediği şey, benim gönlümde, o hakikat benim de gönlüme doğmakta” dedi.
  • پرتو اندیشه‌‌اش زد بر رسول ** قهر حق آورد بر جانش نزول‌‌
  • Düşüncesinin ışığı, Peygambere vurdu, kâtibin canına Tanrı’nın kahrı gelip çattı.
  • هم ز نساخی بر آمد هم ز دین ** شد عدوی مصطفی و دین به کین‌‌
  • Hem kâtiplikten çıktı, hem dinden. Kinlenip Mustafa’ya ve dine düşman oldu.
  • مصطفی فرمود کای گبر عنود ** چون سیه گشتی اگر نور از تو بود 3235
  • Mustafa “ Ey inatçı kâfir! Nur, sendense niçin şimdi kapkara kesildin?
  • گر تو ینبوع الهی بودیی ** این چنین آب سیه نگشودیی‌‌
  • Eğer Tanrı ırmağının kaynağı olsaydın böyle bir kara suyun bendini açmaz, akıtmazdın” dedi.
  • تا که ناموسش به پیش این و آن ** نشکند بر بست این او را دهان‌‌
  • Şunun, bunun yanında namusum bir paralık olmasın düşüncesi, ağzını bağladı.
  • اندرون می‌‌سوختش هم زین سبب ** توبه کردن می‌‌نیارست این عجب‌‌
  • Bu yüzden içten yanıp yakılıyordu. Fakat şaşılacak şey şurası ki tövbe de edemiyordu.
  • آه می‌‌کرد و نبودش آه سود ** چون در آمد تیغ و سر را در ربود
  • Ah ediyordu, fakat ah etmesi faydasız. Kılıç gelmiş, kelleyi uçurmuştu.
  • کرده حق ناموس را صد من حدید ** ای بسا بسته به بند ناپدید 3240
  • Tanrı, namusu, ar ve hayayı yüz batman ağırlığında bir demir yapmıştır. Nice kişiler, görünmez bağlarla bağlanıp kalmıştır!
  • کبر و کفر آن سان ببست آن راه را ** که نیارد کرد ظاهر آه را
  • Kibir ve kâfirlik, o yolu, o kadar bağlamıştır ki kibir ve küfür sahibi, açıkça ah edemez bile!
  • گفت اغلالا فهم به مقمحون ** نیست آن اغلال بر ما از برون‌‌
  • Tanrı “Onların boyunlarına zincirler vurduk, başlarını yukarı kaldırmışlardır, indiremezler “ dedi. Bu zincirler, bizden dışarıda değil.
  • خلفهم سدا فأغشیناهم ** می‌‌نبیند بند را پیش و پس او
  • “Önlerine, artlarına mânialar koyduk, gözlerini perdeleyip örttük” buyurdu. Fakat bu hale uğrayan, önündeki, ardındaki mâniaya görmez.
  • رنگ صحرا دارد آن سدی که خاست ** او نمی‌‌داند که آن سد قضاست‌‌
  • O dikilen mânianın çetinliği görünmez. Çünkü o kişi, kaza ve kaderin tesiriyle kurulduğunu bilmez.
  • شاهد تو سد روی شاهد است ** مرشد تو سد گفت مرشد است‌‌ 3245
  • Senin sevgilin, asıl sevgilinin yüzünü örtmekte...mürşidin, asıl mürşidin, sözünü dinlemene mâni olmaktadır.
  • ای بسا کفار را سودای دین ** بندشان ناموس و کبر آن و این‌‌
  • Nice kâfirler vardır ki din sevdasındadırlar. Fakat namus, kibir, şu bu; onların mâniaları, halleridir.
  • بند پنهان لیک از آهن بتر ** بند آهن را کند پاره تبر
  • Bu, gizli bir bağdır ama demirden beter. Demir bağı, ancak balta kırar...
  • بند آهن را توان کردن جدا ** بند غیبی را نداند کس دوا
  • Demir bağı kırmak, kaldırmak ne de olsa yine mümkündür. Fakat gayptan bağlanan bağa kimse çare bulamaz.
  • مرد را زنبور اگر نیشی زند ** طبع او آن لحظه بر دفعی تند
  • Bir adamı arı sokarsa tabiatı, derhal o kötülüğü gidermek için uğraşmaya başlar.
  • زخم نیش اما چو از هستی تست ** غم قوی باشد نگردد درد سست‌‌ 3250
  • Bu da arı sokmasıdır ama kendi varlığından, senden meydana gelmedir. Böyle olunca da gam kuvvetlenir, illet bir türlü geçmez.
  • شرح این از سینه بیرون می‌‌جهد ** لیک می‌‌ترسم که نومیدی دهد
  • İçimden bunu açmak, iyice anlatmak geliyor ama ümitsizlik verir diye korkuyorum.
  • نی مشو نومید و خود را شاد کن ** پیش آن فریادرس فریاد کن‌‌
  • Hayır , ümitsizlenme, sevin o feryada erişen Tanrı’ya feryat et!
  • کای محب عفو از ما عفو کن ** ای طبیب رنج ناسور کهن‌‌
  • Ey affetmeyi seven Tanrı, bizi affet! Ey eskimiş nasır illetinin bile hekimi, bizi bağışla!
  • عکس حکمت آن شقی را یاوه کرد ** خود مبین تا بر نیارد از تو گرد
  • Hikmetin gönlüne aksetmesi o kötüyü yoldan çıkardı. Sen de kendini görme ki bu görüş senden toz kaldırmasın.
  • ای برادر بر تو حکمت جاریه ست ** آن ز ابدال است و بر تو عاریه ست‌‌ 3255
  • Kardeş sana akıp duran hikmet “ Tanrı Abdâli’ndendir, sana âriyettir.
  • گر چه در خود خانه نوری یافته ست ** آن ز همسایه‌‌ی منور تافته ست‌‌
  • O kendisinde bir nur bulmuştur ama o nur, padişahların eşiğinden vurmuştur.
  • شکر کن غره مشو بینی مکن ** گوش دار و هیچ خود بینی مکن‌‌
  • Şükret, mağrur olma, ululanma, kulak as ve hiç kendini görme.
  • صد دریغ و درد کاین عاریتی ** امتان را دور کرد از امتی‌‌
  • Yüz binlerce ah ki bu âriyet hal, ümmetleri ümmetlikten uzaklaştırdı.
  • من غلام آن که او در هر رباط ** خویش را واصل نداند بر سماط
  • Kendisini, her konakta sofra başına varacak sanmayan kişiye kul olayım.
  • بس رباطی که بباید ترک کرد ** تا به مسکن در رسد یک روز مرد 3260
  • Adamın bir gün evine varabilmesi için bir çok konakları terk etmesi lâzımdır.
  • گر چه آهن سرخ شد او سرخ نیست ** پرتو عاریت آتش زنی است‌‌
  • Demir kıpkırmızı oldu ama hakikatte kızıl değildir ki. Bu kızıllık, bir ocağın demire verdiği âriyet kızıllıktır.
  • گر شود پر نور روزن یا سرا ** تو مدان روشن مگر خورشید را
  • Penceredeki cam, yahut ev; nurlanırsa, ışık verirse onu parlak sanma , anla ki parlaklık güneştedir.
  • هر در و دیوار گوید روشنم ** پرتو غیری ندارم این منم‌‌
  • Her kapı, duvar “ Ben parlağım, başkasının nuruyla parlamıyorum. Parlayan benim” diyebilir.
  • پس بگوید آفتاب ای نارشید ** چون که من غارب شوم آید پدید
  • Fakat güneş “Ey ham! Hele ben bir batayım da ne olduğun meydana çıkar” der.
  • سبزه‌‌ها گویند ما سبز از خودیم ** شاد و خندانیم و بس زیبا خدیم‌‌ 3265
  • Yeşillikler “ Biz kendimizden yeşerdik, sevinç içindeyiz, gülümseyip duruyoruz, ta ezelden beri bu yücelik bizde var” diyebilirler.
  • فصل تابستان بگوید ای امم ** خویش را بینید چون من بگذرم‌‌
  • Fakat yaz mevsimi, onlara “ Ey ümmetler, ben geçeyim de o vakit kendinizi görün” der.
  • تن همی‌‌نازد به خوبی و جمال ** روح پنهان کرده فر و پر و بال‌‌
  • Vücut güzellikle öğünür, nazlanır durur. Çünkü ruh, kuvvetini, kolunu kanadını gizlemiştir.
  • گویدش ای مزبله تو کیستی ** یک دو روز از پرتو من زیستی‌‌
  • Vücuda der ki: “Ey süprüntülük! Sen kim oluyorsun ki? Bir iki gün benim ışığımla yaşadın:
  • غنج و نازت می‌‌نگنجد در جهان ** باش تا که من شوم از تو جهان‌‌
  • Nazın işven dünyaya sığmıyor? Hele dur, bekle; ben senden çıkayım da gör.
  • گرم‌‌دارانت ترا گوری کنند ** طعمه‌‌ی موران و مارانت کنند 3270
  • Seni o ziyadesiyle sevenler, mezara tıkarlar; karıncalara, yılanlara gıda ederler.
  • بینی از گند تو گیرد آن کسی ** کاو به پیش تو همی‌‌مردی بسی‌‌
  • Çok defalar senin önünde ölüme razı olan yok mu? İşte o, senin pis kokundan burnunu tıkar!”
  • پرتو روح است نطق و چشم و گوش ** پرتو آتش بود در آب جوش‌‌
  • Söz, göz, kulak... Hep ruhun ışığıdır. Suda coşan pırıldayan, ateşin parıltısıdır.