English    Türkçe    فارسی   

1
3974-4003

  • این سخن را نیست پایانی پدید ** دست با من ده چو چشمت دوست دید
  • Bu sözün sonu görünmez. Mademki gözün sevgiliyi gördü, ver elini bana!
  • گفتن امیر المؤمنین علی کرم الله وجهه با قرین خود که چون خدو انداختی در روی من نفس من جنبید و اخلاص عمل نماند، مانع کشتن تو آن شد
  • Emîr-ül Müminîn Ali Kerremallâhu Vechehu’nun, arkadaşına “Sen benim yüzüme tükürünce nefsim kabardı, savaşımda ihlâs kalmadı. Seni öldürmeme mâni buydu” demesi
  • گفت امیر المؤمنین با آن جوان ** که به هنگام نبرد ای پهلوان‌‌ 3975
  • Emirül Müminin, o gence dedi ki: “Ey yiğit! Savaşırken,
  • چون خدو انداختی در روی من ** نفس جنبید و تبه شد خوی من‌‌
  • Sen benim yüzüme tükürünce nefsim kabardı, hiddet ettim, huyum harap berbat bir hale geldi.
  • نیم بهر حق شد و نیمی هوا ** شرکت اندر کار حق نبود روا
  • Öyle bir hale geldim ki o anda savaşımın yarısı Tanrı içindi, yarısı nefsim için. Tanrı işinde ortaklık yaraşmaz.
  • تو نگاریده‌‌ی کف مولاستی ** آن حقی کرده‌‌ی من نیستی‌‌
  • Sen Tanrı nakışısın: Seni, o, kudret eliyle yarattı, bezedi. Onunsun, benim değil.
  • نقش حق را هم به امر حق شکن ** بر زجاجه‌‌ی دوست سنگ دوست زن‌‌
  • Tanrı’nın nakışını yine Tanrı eliyle kır; sevgilinin camına sevgilinin taşını at!”
  • گبر این بشنید و نوری شد پدید ** در دل او تا که زناری برید 3980
  • Kâfir bu sözü işitti, gönlünde öyle bir nur zuhur etti ki zünnarını kesti.
  • گفت من تخم جفا می‌‌کاشتم ** من ترا نوعی دگر پنداشتم‌‌
  • “Ben, cefa tohumunu ekmiştim, seni başka türlü sanıyordum.
  • تو ترازوی احد خو بوده‌‌ای ** بل زبانه‌‌ی هر ترازو بوده‌‌ای‌‌
  • Halbuki sen Tanrı huylu bir teraziymişsin, hattâ her terazinin oku senmişsin!
  • تو تبار و اصل و خویشم بوده‌‌ای ** تو فروغ شمع کیشم بوده‌‌ای‌‌
  • Meğer sen benim soyum sopummuşsun; meğer çırağımın, dinimin aydınlığı senmişsin!
  • من غلام آن چراغ چشم جو ** که چراغت روشنی پذرفت از او
  • Ben o görür göz arayan çırağın kulu, kölesiyim ki senin çırağın da ondan nurlanmış, aydınlanmıştır...
  • من غلام موج آن دریای نور ** که چنین گوهر بر آرد در ظهور 3985
  • Ben, o nur denizinin kulu, kurbanıyım ki böyle bir inci izhar eder.
  • عرضه کن بر من شهادت را که من ** مر ترا دیدم سرافراز زمن‌‌
  • Bana kelime-i şahadeti söyle, bende söyleyeyim ki seni zamanın en yücesi gördüm” dedi.
  • قرب پنجه کس ز خویش و قوم او ** عاشقانه سوی دین کردند رو
  • Onlar beraber akrabasından, kavminden elli kişiye yakın kimse de âşıkçasına dine yüz tuttular, müslüman oldular.
  • او به تیغ حلم چندین حلق را ** وا خرید از تیغ و چندین خلق را
  • Ali, ilim kılıcıyla bu kadar boğazı, bu kadar halkı kılıçtan kurtardı.
  • تیغ حلم از تیغ آهن تیزتر ** بل ز صد لشکر ظفر انگیزتر
  • Hilim kılıcı, demir kılıçtan daha keskin, hattâ yüzlerce ordudan daha galip, daha üstündür.
  • ای دریغا لقمه‌‌ای دو خورده شد ** جوشش فکرت از آن افسرده شد 3990
  • Yazıklar olsun ki iki lokmacık yendi de bu yüzden fikir çoşkunluğu dondu, yatıştı.
  • گندمی خورشید آدم را کسوف ** چون ذنب شعشاع بدری را خسوف‌‌
  • Bir buğday tanesi, Âdem Peygamberin güneşinin tutulmasına... Arzın, güneş ile ay arasına girmesi, dolunayın kararmasına sebep oldu.
  • اینت لطف دل که از یک مشت گل ** ماه او چون می‌‌شود پروین گسل‌‌
  • İşte sana gönlün letafeti! Bir avuç balçıktan (bir iki lokma ekmekten) ay darmadağın bir hale gelmekte!
  • نان چو معنی بود خوردش سود بود ** چون که صورت گشت انگیزد جحود
  • Ekmek manevi olursa yenmesinde fayda var. Fakat bildiğimiz ekmeğin faydası yok, kalbi daraltıyor.
  • همچو خار سبز کاشتر می‌‌خورد ** ز ان خورش صد نفع و لذت می‌‌برد
  • Manevi ekmek, yeşil diken gibi... deve yiyince yüz türlü fayda, yüzlerce lezzet bulmakta.
  • چون که آن سبزیش رفت و خشک گشت ** چون همان را می‌‌خورد اشتر ز دشت‌‌ 3995
  • Fakat yeşilliği gitti de kurudu mu, onu çölde deve yiyince;
  • می‌‌دراند کام و لنجش ای دریغ ** کان چنان ورد مربی گشت تیغ‌‌
  • Damağını avurdunu yırtar, paralar. Yazıklar olsun; öyle yetişmiş gül kılıç kesildi.
  • نان چو معنی بود بود آن خار سبز ** چون که صورت شد کنون خشک است و گبز
  • Ekmek de manevi oldukça o yeşil dikendi. Fakat şimdi zâhiri ekmek olduğundan kupkuru bir hale geldi, sertleşti.
  • تو بدان عادت که او را پیش از این ** خورده بودی ای وجود نازنین
  • Ey nazlı nazenin varlık (ey Husâmeddin), bundan önce onu yemeğe alışmıştın.
  • بر همان بو می‌‌خوری این خشک را ** بعد از آن کامیخت معنی با ثری‌‌
  • O alışkanlıkla bu kuru ekmeği de alıp yemek istiyorsun ama gayri mâna, yerle karıştı;
  • گشت خاک آمیز و خشک و گوشت بر ** ز آن گیاه اکنون بپرهیز ای شتر 4000
  • Toprakla karışık, kaskatı, dili damağı yırtar bir hale geldi. Ey deve, şimdi otu yeme, ondan çekin!
  • سخت خاک آلود می‌‌آید سخن ** آب تیره شد سر چه بند کن‌‌
  • Söz, toprakla pek karışık bir hale geliyor, su bulandı... Kuyunun ağzını kapa.
  • تا خدایش باز صاف و خوش کند ** او که تیره کرد هم صافش کند
  • Ki Tanrı onu yine sâf, yine hoş bir hale getirsin. Onu bulandıran, durultur da.
  • صبر آرد آرزو را نه شتاب ** صبر کن و الله اعلم بالصواب‌‌
  • Maksada sabırla erişilir, aceleyle değil. Sabret, doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.