-
غافلند این خلق از خود ای پدر ** لاجرم گویند عیب همدگر
- Halk kendisisinden gafildir babam gafil. Onun için birbirlerinin kusurunu görürler.
-
من نبینم روی خود را ای شمن ** من ببینم روی تو تو روی من
- Ben kendi yüzümü göremem de senin yüzünü görürüm; sen de benim yüzümü görürsün.
-
آن کسی که او ببیند روی خویش ** نور او از نور خلقان است بیش
- Kendi yüzünü görmeye muktedir olanın nuru, halkın nurundan artıktır.
-
گر بمیرد دید او باقی بود ** ز انکه دیدش دید خلاقی بود 885
- O ölse bile nuru bakidir. Çünkü görüşü, Allah görüşüdür.
-
نور حسی نبود آن نوری که او ** روی خود محسوس بیند پیش رو
- Kendi yüzünü, gözünün önünde apaçık bir surette gören nur, bildiğimiz nur değildir”.
-
گفت اکنون عیبهای او بگو ** آن چنان که گفت او از عیب تو
- Padişah “Şimdi o senin ayıplarını söylediğin gibi sen de onun ayıplarını söyle
-
تا بدانم که تو غم خوار منی ** کدخدای ملکت و کار منی
- Ki, benim dostum olduğunu, memleketimde emin bir vekilim bulunduğunu ve beni sevdiğini bileyim” dedi.
-
گفت ای شه من بگویم عیبهاش ** گر چه هست او مر مرا خوش خواجهتاش
- Köle dedi ki; “Padişahım, o benim iyi bir kapı yoldaşımsa da kusurlarını söyleyeyim:
-
عیب او مهر و وفا و مردمی ** عیب او صدق و ذکا و هم دمی 890
- Kusuru; sevgi, vefa, insanlık, doğruluk, zekâ ve dostluktur.
-
کمترین عیبش جوانمردی و داد ** آن جوانمردی که جان را هم بداد
- En ehemmiyetsiz kusuru cömertlik, düşkünlere yardım etmektir. Ama nasıl cömertlik? Canını da verir.
-
صد هزاران جان خدا کرده پدید ** چه جوانمردی بود کان را ندید
- Allah bu can bağışlamaya karşılık yüz binlerce can ihsan eder. Bunu görmeyen kişi nasıl cömert olabilir?
-
ور بدیدی کی به جان بخلش بدی ** بهر یک جان کی چنین غمگین شدی
- Eğer görseydin nasıl olur da can vermeden çekinir, bir can için bu kadar tasalanırdın?
-
بر لب جو بخل آب آن را بود ** کاو ز جوی آب نابینا بود
- Su kenarındayken suyu sakınan, esirgeyen, ancak ırmağı görmeyendir.
-
گفت پیغمبر که هر که از یقین ** داند او پاداش خود در یوم دین 895
- Peygamber “Kıyamet gününde verilecek karşılığı yakînen bilen,
-
که یکی را ده عوض میآیدش ** هر زمان جودی دگرگون زایدش
- Bire on karşılık verileceğini anlayan kişinin cömertliği artıp durur, bu çeşit adam, türlü, türlü cömertlikler icat eder.” dedi.
-
جود جمله از عوضها دیدن است ** پس عوض دیدن ضد ترسیدن است
- Cömertlik, bütün karşılıkları görmedir. Şu halde karşılığı görüş, korkunun zıddıdır.
-
بخل نادیدن بود اعواض را ** شاد دارد دید در خواض را
- Nekeslik de karşılıkları görmemektir. İnciyi görmek, denize dalan dalgıcı sevindirir.
-
پس به عالم هیچ کس نبود بخیل ** ز انکه کس چیزی نبازد بیبدیل
- Eğer cömertliğe karşılık verilecek olan şeyleri herkes görseydi dünyada kimse nekes olamazdı. Çünkü hiçbir kimse karşılıksız bir şey bağışlamaz.
-
پس سخا از چشم آمد نه ز دست ** دید دارد کار جز بینا نرست 900
- Şu halde cömertlik gözden gelir, elden değil. İşe yarayan görüştür, gözü açıktan başkası kurtulamaz.
-
عیب دیگر این که خود بین نیست او ** هست او در هستی خود عیب جو
- Arkadaşımın bir kusuru da kendisini görmemesidir. O, kendisinde kusur arar durur.
-
عیب گوی و عیب جوی خود بده ست ** با همه نیکو و با خود بد بده ست
- Kendi ayıbını söyler, kendi ayıbını arar. Herkesi iyi bilir, herkesle dosttur da kendisiyle dost değildir.”
-
گفت شه جلدی مکن در مدح یار ** مدح خود در ضمن مدح او میار
- Padişah “ Arkadaşını övmede ileri gitme. Onu överken kendini övmeye kalkışma.
-
ز انکه من در امتحان آرم و را ** شرمساری آیدت در ما ورا
- Çünkü onu imtihana çekersem ilerde utanırsın” dedi.
-
قسم غلام در صدق و وفای یار خود از طهارت ظن خود
- Kölenin, iyi zannı yüzünden arkadaşının doğruluğuna ve vefakârlığına yemin etmesi
-
گفت نه و الله و بالله العظیم ** مالک الملک و به رحمان و رحیم 905
- Köle dedi ki; “ Hüküm ve kudret sahibi, bağışlayan ve acıyan Ulu Allah’a ant olsun…
-
آن خدایی که فرستاد انبیا ** نه به حاجت بل به فضل و کبریا
- Peygamberleri, ihtiyacı olduğundan değil de fazlından, kereminden gönderen,
-
آن خداوندی که از خاک ذلیل ** آفرید او شهسواران جلیل
- Aşağılık topraktan, yüce padişahlar yaratan.
-
پاکشان کرد از مزاج خاکیان ** بگذرانید از تک افلاکیان
- Onları topraktan yaratılmış mahlûkatın tabiatlarından arıtan, gök ehlinin derecelerinden üstün kılan,
-
بر گرفت از نار و نور صاف ساخت ** وانگه او بر جملهی انوار تاخت
- Ateşten saf bir nur yaratıp onunla bütün nurları parlatan,
-
آن سنا برقی که بر ارواح تافت ** تا که آدم معرفت ز آن نور یافت 910
- Nurlara doğan, nurları aydınlatan nuru yaratan, Âdem peygamberin feyiz alıp marifete eriştiği aydın ziyayı meydana getiren,
-
آن کز آدم رست و دست شیث چید ** پس خلیفهش کرد آدم کان بدید
- Âdem’den bitip Şîs’in devşirdiği nuru, Âdem’in görüp Şîs’i yerine halife ettiği nuru.
-
نوح از آن گوهر که برخوردار بود ** در هوای بحر جان دربار بود
- Nuh’un feyiz aldığı, can denizi havasında inciler yağdırdığı nuru halk edene ant olsun.
-
جان ابراهیم از آن انوار زفت ** بیحذر در شعلههای نار رفت
- İbrahim’in canı o nurlardan nurlandı da pervasızca ateş şulelerine koştu, ateşe atıldı.
-
چون که اسماعیل در جویش فتاد ** پیش دشنهی آب دارش سر نهاد
- İsmail, onun ırmağına düştü de o yüzden parlak bıçağın önüne baş koydu, boyun verdi.
-
جان داود از شعاعش گرم شد ** آهن اندر دست بافش نرم شد 915
- Davut’un canı onun şulelerinden hararetlendi de ondan dolayı elinde demir yumuşadı, eridi.
-
چون سلیمان بد وصالش را رضیع ** دیو گشتش بنده فرمان و مطیع
- Süleyman, onun vuslatından süt emdi de cinler periler onun için fermanına tabi oldular.
-
در قضا یعقوب چون بنهاد سر ** چشم روشن کرد از بوی پسر
- Yakup, onun kaza ve kaderine teslim oldu da ondan oğlunun kokusuyla gözü açıldı, aydınlandı.
-
یوسف مه رو چو دید آن آفتاب ** شد چنان بیدار در تعبیر خواب
- Ay yüzlü Yusuf, o güneşi gördü de rüya tabirinde o kadar uyanık hale geldi.
-
چون عصا از دست موسی آب خورد ** ملکت فرعون را یک لقمه کرد
- Asâ, Musa’nın ellinden su içti de o yüzden Firavun’un saltanatını bir lokma etti.
-
نردبانش عیسی مریم چو یافت ** بر فراز گنبد چارم شتافت 920
- Meryem oğlu Îsa, merdivenini buldu da dördüncü kat göğün üstüne çıktı.
-
چون محمد یافت آن ملک و نعیم ** قرص مه را کرد او در دم دو نیم
- Muhammed, o mülkü, o nimeti buldu da hemencecik ayı ikiye böldü.
-
چون ابو بکر آیت توفیق شد ** با چنان شه صاحب و صدیق شد
- Ebubekir, tevfika mazhar oldu da öyle bir padişahın müsahibi oldu, öyle bir padişahı candan tasdik etti.
-
چون عمر شیدای آن معشوق شد ** حق و باطل را چو دل فاروق شد
- Ömer, o mâşuka âşık oldu da gönül gibi, hakkı bâtılı ayırt etti.
-
چون که عثمان آن عیان را عین گشت ** نور فایض بود و ذی النورین گشت
- Osman, o apaçık görüşün ta kendisi oldu da feyizli bir nura nail olup Zinnûreyn oldu.
-
چون ز رویش مرتضی شد در فشان ** گشت او شیر خدا درمرج جان 925
- Mürteza, onun yüzünden inciler saçtı da can vadisinde Allah aslanı kesildi.
-
چون جنید از جند او دید آن مدد ** خود مقاماتش فزون شد از عدد
- Cüneyt, onun askerinden yardıma nail olunca eriştiği mertebeler sayıdan üstün oldu.
-
بایزید اندر مزیدش راه دید ** نام قطب العارفین از حق شنید
- Bayezid, onun ihsanına yol bulunca Allahtan “ Kutbül Ârifin” adını duydu.
-
چون که کرخی کرخ او را شد حرص ** شد خلیفهی عشق و ربانی نفس
- Kerhî, onun harimine bekçi olunca aşk halifesi oldu, nefesleri Allah nefesi haline geldi.
-
پور ادهم مرکب آن سو راند شاد ** گشت او سلطان سلطانان داد
- Edhemoğlu, atını sevinçle o tarafa koşturunca âdil sultanların sultanı oldu.
-
و آن شقیق از شق آن راه شگرف ** گشت او خورشید رای و تیز طرف 930
- Şakik, o ulu yolun meşakkati yüzünden güneş gibi aydınlatıcı bir reye, her şeyi gören bir göze erişti.
-
صد هزاران پادشاهان نهان ** سر فرازانند ز آن سوی جهان
- Daha nice yüz bin gizli Padişahlar var ki o nur âleminde yüceliğe sahiptirler, makamları vardır.