English    Türkçe    فارسی   

3
1773-1822

  • چون پیمبر درمیان امتان ** در گشای روضه‌ی دار الجنان
  • Ümmetler içinde peygambere benzer, halka cennet bahçelerinin kapılarını açardı.
  • گفت پیغامبر که شیخ رفته پیش ** چون نبی باشد میان قوم خویش
  • Peygamber, “İleri giden şeyh, kavminin arasında peygambere benzer” dedi.
  • یک صباحی گفتش اهل بیت او ** سخت‌دل چونی بگو ای نیک‌خو 1775
  • Bir sabah evindekiler ona dediler ki: “A güzel huylu, nasıl da yüreğin katı, neden böylesin sen,
  • ماز مرگ و هجر فرزندان تو ** نوحه می‌داریم با پشت دوتو
  • Biz, senin oğullarının ölümünden iki büklüm oluyor, zarı zarı ağlıyoruz da,
  • تو نمی‌گریی نمی‌زاری چرا ** یا که رحمت نیست در دل ای کیا
  • Sen hiç ağlamıyor, feryat etmiyorsun bile. Bu neden ki: Yoksa gönlünde merhamet mi yok.
  • چون ترا رحمی نباشد در درون ** پس چه اومیدست‌مان از تو کنون
  • Yüreğinde merhamet yoksa senden ne umabiliriz ki?
  • ما به ا اومید تویم ای پیشوا ** که بسنگذاری تو مارا در فنا
  • Ey ulumuz, rehberimiz, kıyamette bizi bırakmaz diyoruz, ümidimiz sende.
  • چون بیارایند روز حشر تخت ** خود شفیع ما توی آن روز سخت 1780
  • Mahşer günü tahtı bezedikleri zaman o şiddetli günde bize sen şefaat edersin diyoruz.
  • درچنان روز و شب بی‌زینهار ** ما به اکرام تویم اومیدوار
  • Öyle bir amansız günde senin ihsanına ümit bağlamışız.
  • دست ما و دامن تست آن زمان ** که نماند هیچ مجرم را امان
  • Hiçbir mücrime aman verilmeyen o gün el bizim, etek senin!
  • گفت پیغامبر که روز رستخیز ** کی گذارم مجرمان را اشک‌ریز
  • Peygamber, “Kıyamet günü suçluları ağlar, inler bir halde nasıl terk ederiz?
  • من شفیع عاصیان باشم بجان ** تا رهانمشان ز اشکنجه‌ی گران
  • Ben o gün canla başla onların suçlarını affettirir, onlara şefaat eder, onları ağır işkencelerden kurtarırım.
  • عاصیان واهل کبایر را بجهد ** وا رهانم از عتاب نقض عهد 1785
  • Suçluları, büyük günahlarda bulunanları çalışıp çabalar, ne yapıp yapıp Allah azabından halâs ederim.
  • صالحان امتم خود فارغ‌اند ** از شفاعتهای من روز گزند
  • Ümmetimin iyileri zaten kurtulurlar, o azap günü benim şefaatime ihtiyaçları olmaz.
  • بلک ایشان را شفاعتها بود ** گفتشان چون حکم نافذ می‌رود
  • Hatta onlar bile suçlulara şefaat ederler, onların bile sözleri geçer, hükümleri yürür.
  • هیچ وازر وزر غیری بر نداشت ** من نیم وازر خدایم بر فراشت
  • Hiç kimse, başkasının suçunu almaz, yükünü yüklenmez… Yüklenmez ama yüklenen ben değilim ki, onların yüklerini alan, onları hafifleten Allah’tır.” dedi.
  • آنک بی وزرست شیخست ای جوان ** در قبول حق چواندر کف کمان
  • Civanım, yükü olmayan şeyhtir. Allah onu eldeki yay gibi eline almış, kabul etmiştir.
  • شیخ کی بود پیر یعنی مو سپید ** معنی این مو بدان ای کژ امید 1790
  • Şeyh kime derler? İhtiyara, yani saçı sakalı ağarmış adama derler. Fakat ey ümitsiz adam, bunun manasını bil.
  • هست آن موی سیه هستی او ** تا ز هستی‌اش نماند تای مو
  • Kara saç, kara sakal, onun varlığıdır. Varlığından tek bir kıl bile kalmamalı.
  • چونک هستی‌اش نماند پیر اوست ** گر سیه‌مو باشد او یا خود دوموست
  • Birisinin varlığı kalmadı mı pir ona derler. İster saçı sakalı siyah olsun, ister kır.
  • هست آن موی سیه وصف بشر ** نیست آن مو موی ریش و موی سر
  • O kara saç, kara sakal, insanlık sıfatıdır. Söylediğimiz kıl, sakal, bıyık kılları söylediğimiz saç baştaki değildir.
  • عیسی اندر مهد بر دارد نفیر ** که جوان ناگشته ما شیخیم و پیر
  • İsa, beşikte “Genç olmadan şeyhsiz, piriz” diye bağırır.
  • گر رهید از بعض اوصاف بشر ** شیخ نبود کهل باشد ای پسر 1795
  • Oğul, insan, insanlık sıfatlarının bir kısmından kurtuldu mu şeyh olmaz, fakat olgun bir adam olur.
  • چون یکی موی سیه کان وصف ماست ** نیست بر وی شیخ و مقبول خداست
  • İnsanlık sıfatlarından bir tek kara kıl bile kalmadı mı şeyh olur, Allah’a makbul bir adam haline gelir.
  • چون بود مویش سپید ار با خودست ** او نه پیرست و نه خاص ایزدست
  • Fakat bir adam yaşlansa da saçı sakalı ağarsa hakikatte ne pirdir, ne Allah hası!
  • ور سر مویی ز وصفش باقیست ** او نه از عرش است او آفاقیست
  • Varlığında insanlık sıfatlarından bir tek kıl bile kalsa mensup olamaz, âlem halkından birisidir o!
  • عذر گفتن شیخ بهر ناگریستن بر فرزندان
  • Şeyh’in, oğullarına ağlamadığına özür getirmesi
  • شیخ گفت او را مپندار ای رفیق ** که ندارم رحم و مهر و دل شفیق
  • Şeyh, kendisine bu sözü söyleyen karısına dedi ki: “Arkadaş, merhametim, şefkatim yok, yüreğim katı sanma,
  • بر همه کفار ما را رحمتست ** گرچه جان جمله کافر نعمتست 1800
  • Biz, kâfirler, Allah’a küfranı nimette bulunmuş olmakla beraber onlara acırız.
  • بر سگانم رحمت و بخشایش است ** که چرا از سنگهاشان مالش است
  • Hatta halk onları taşlıyor diye köpeklere acırız.
  • آن سگی که می‌گزد گویم دعا ** که ازین خو وا رهانش ای خدا
  • Ben beni ısıran köpeğe de dua eder, Yarabbi sen onu bu huydan vazgeçir,
  • این سگان را هم در آن اندیشه دار ** که نباشند از خلایق سنگسار
  • Adamları ısırmasın da halkın taşını, topacını yemesin derim.
  • زان بیاورد اولیا را بر زمین ** تا کندشان رحمة للعالمین
  • Allah, velileri âlemlere rahmet olmak üzere yeryüzüne getirmiştir.
  • خلق را خواند سوی درگاه خاص ** حق را خواند که وافر کن خلاص 1805
  • Onlar, halkı Allah’ın haremine davet ederler, Hakk’a da “Yarabbi bunları sen kurtar” diye dua ederler.
  • جهد بنماید ازین سو بهر پند ** چون نشد گوید خدایا در مبند
  • Bu yüzden halka usanmadan öğüt verirler. Halk, öğütlerini kabul etmedi mi, “ Yarabbi, sen bunlara acı sen kapını kapama “ derler.
  • رحمت جزوی بود مر عام را ** رحمت کلی بود همام را
  • Halkın mazhar olduğu rahmet, cüz’i rahmettir. Fakat himmet sahibi er, külli rahmete mazhardır.
  • رحمت جزوش قرین گشته بکل ** رحمت دریا بود هادی سبل
  • Allah’ın cüz’i rahmetine mazhar olan, küllî rahmete ulaştı mı rahmet denizi kesilir, yol gösterici olur.
  • رحمت جزوی بکل پیوسته شو ** رحمت کل را تو هادی بین و رو
  • Ey cüz’i rahmet, külle ulaş… Ey külli rahmet sen de yürü, halka yol göster.
  • تا که جزوست او نداند راه بحر ** هر غدیری را کند ز اشباه بحر 1810
  • Cüz’i rahmete mazhar olan ve o mertebede kalan, denizin yolunu bilmez. Kuyuları da denize benzer sanır!
  • چون نداند راه یم کی ره برد ** سوی دریا خلق را چون آورد
  • Denizin yolunu bilmedikçe nasıl yol alır, halkı nasıl denize götürür, denize ulaştırır?
  • متصل گردد به بحر آنگاه او ** ره برد تا بحر همچون سیل و جو
  • Sel ve nehir gibi denize kadar akıp gitti mi o vakit denize ulaşır, denizle birleşir.
  • ور کند دعوت به تقلیدی بود ** نه از عیان و وحی تاییدی بود
  • Bundan önce halkı davet etse bile bu daveti taklittir. Yolu, varılacak makamı görerek yahut Allah’tan vahiy ve ilhamla, Allah kuvvetiyle değil!”
  • گفت پس چون رحم داری بر همه ** همچو چوپانی به گرد این رمه
  • Kadın, “Peki mademki herkese acıyorsun, bu sürünün çobanı gibi sürünün etrafında dönüp dolaşıyorsun demektir.
  • چون نداری نوحه بر فرزند خویش ** چونک فصاد اجلشان زد بنیش 1815
  • Ecel cellâdı, oğullarını vurup öldürdüğü halde nasıl oluyor da kendi oğluna ağlamıyorsun?
  • چون گواه رحم اشک دیده‌هاست ** دیده‌ی تو بی نم و گریه چراست
  • Gözyaşları, merhamete delildir, yürek yanmadıkça göz yaşaramaz, neden gözlerinde yaş yok, niçin ağlamıyorsun ya?” dedi.
  • رو به زن کرد و بگفتش ای عجوز ** خود نباشد فصل دی همچون تموز
  • Şeyh kadına yüz çevirip dedi ki. “Kocakarı, kış mevsimi, temmuz ayına benzemez.
  • جمله گر مردند ایشان گر حی‌اند ** غایب و پنهان ز چشم دل کی‌اند
  • İsterse hepsi ölsün, isterse diri kalsın… Gönül gözünden kaybolmuyorlar ki!
  • من چو بینمشان معین پیش خویش ** از چه رو رو را کنم همچون تو ریش
  • Onları gözümün önünde görüp dururken neden senin gibi yüzümü yırtayım?
  • گرچه بیرون‌اند از دور زمان ** با من‌اند و گرد من بازی‌کنان 1820
  • Zamanın devranından çıktılar… Çıktılar ama onlar yine benimle beraber, etrafımda oynayıp duruyorlar!
  • گریه از هجران بود یا از فراق ** با عزیزانم وصالست و عناق
  • Ağlayış ya elemden olur, ya ayrılıktan. Hâlbuki ben aziz sevgililerimle vuslattayım, koşuşup duruyorum.
  • خلق اندر خواب می‌بینندشان ** من به بیداری همی‌بینم عیان
  • Halk onları rüyada görür, bense uyanıkken onları apaşikâr görüyorum.