-
موسی و هارون چو طاووسان بدند ** پر جلوه بر سر و رویت زدند 785
- Musa ile Harun, tavuslara benzerlerdi. Karşısında salındılar, cilvelendiler, seni perişan ettiler.
-
زشتیت پیدا شد و رسواییت ** سرنگون افتادی از بالاییت
- Çirkinliğin meydana çıktı, rüsvay oldun gitti. Yücelikten aşağılıklara düşüverdin!
-
چون محک دیدی سیه گشتی چو قلب ** نقش شیری رفت و پیدا گشت کلب
- Mehenk taşını görünce kalp akça gibi simsiyah oldun, üstündeki aslan nakşı gitti, köpekliğin meydana çıktı.
-
ای سگگرگین زشت از حرص و جوش ** پوستین شیر را بر خود مپوش
- A uyuz çirkin köpek, hırsından, kızgınlığından aslan postuna bürünme. Aslan kükrer de seni sınar. O vakit üstünde aslan,
-
غرهی شیرت بخواهد امتحان ** نقش شیر و آنگه اخلاق سگان
- Sureti olduğu, fakat hakikatte köpeklerin huylarına sahip olduğun anlaşılır.
-
تفسیر ولتعرفنهم فی لحن القول
- Ve leta’rifennehum fî lahnil kavli ayetinin tefsiri
-
گفت یزدان مر نبی را در مساق ** یک نشانی سهلتر ز اهل نفاق 790
- Allah, söz geliminde Peygambere dedi ki: “Münafıkların anlaşılması için en kolay ve görünür delil şudur:
-
گر منافق زفت باشد نغز و هول ** وا شناسی مر ورا در لحن و قول
- Münafık iri yarı, korkunç, zahiren babayiğit görünse bile sen onun sesinin tonundan ve sözünden tanır, anlarsın.
-
چون سفالین کوزهها را میخری ** امتحانی میکنی ای مشتری
- Testi aldığın zaman o testileri sınar, o testilere vurursun, değil mi?
-
میزنی دستی بر آن کوزه چرا ** تا شناسی از طنین اشکسته را
- Neden vurursun? Sesinden kırık testiyi anlamak için.
-
بانگ اشکسته دگرگون میبود ** بانگ چاووشست پیشش میرود
- Kırık testinin sesi daha başka türlü olur. Ses, çavuşa benzer, önde gider.
-
بانگ میآید که تعریفش کند ** همچو مصدر فعل تصریفش کند 795
- ”Ses gelir de o şeyin ne olduğunu anlatır, onun ahvalini sayar, döker. Ses mastara benzer, fiil de o mastarı tasrif eder!
-
چون حدیث امتحان رویی نمود ** یادم آمد قصهی هاروت زود
- Sınama sözü gelince hemencecik Hârût hikâyesini hatırladım.
-
قصهی هاروت و ماروت و دلیری ایشان بر امتحانات حق تعالی
- Hârût’la Mârût’un hikâyesi ve onların Ulu Allah’ın sınamalarına karşı yiğitlik taslamaları
-
پیش ازین زان گفته بودیم اندکی ** خود چه گوییم از هزارانش یکی
- Bundan önce de bu bahse dair az bir söz söylemiştik. Fakat zaten ne kadar söylesek ancak binde birini anlatabiliriz.
-
خواستم گفتن در آن تحقیقها ** تا کنون وا ماند از تعویقها
- Bu vakayı adamakıllı anlatmak istedim ama şimdiye kadar söz, sözü açtı, birçok sebeplerle kalıp gitti.
-
حملهی دیگر ز بسیارش قلیل ** گفته آید شرح یک عضوی ز پیل
- H ele bir hamle daha edeyim de çoğundan azını, âdeta filin tek bir uzvunu söylemiş olayım.
-
گوش کن هاروت را ماروت را ** ای غلام و چاکران ما روت را 800
- Ey yüzüne kul, köle olduğumuz, Hârût ve Mârût kıssasını dinle!
-
مست بودند از تماشای اله ** وز عجایبهای استدراج شاه
- Allah lütuflarını, padişahın lütuf şeklinde tecelli eden şaşılacak kahırlarını seyretmekten sarhoş olmuşlardı.
-
این چنین مستیست ز استدراج حق ** تا چه مستیها کند معراج حق
- Allah’ın kahırlarında böyle sarhoşluklar varken Allah miracının ne sarhoşlukları var?
-
دانهی دامش چنین مستی نمود ** خوان انعامش چهها داند گشود
- Tuzağındaki tane, insana böyle bir sarhoşluk verirse ya nimet sofrası ne yapar ne lütuflarda bulunur?
-
مست بودند و رهیده از کمند ** های هوی عاشقانه میزدند
- Hârût da Mârût da sarhoş olmuşlar, bağlarını çözmüşler, kayıttan kurtulmuşlar, âşıkçasına hayhuylar ediyorlar naralar atıyorlardı.
-
یک کمین و امتحان در راه بود ** صرصرش چون کاه که را میربود 805
- Fakat yolda öyle bir tuzak, öyle bir imtihan vardı ki kasırgası dağları bile saman çöpü gibi kapıp götürebilirdi.
-
امتحان میکردشان زیر و زبر ** کی بود سرمست را زینها خبر
- Bu sınama bunları altüst etmekteydi. Fakat sarhoşun bunlardan ne haberi olabilir ki?
-
خندق و میدان بپیش او یکیست ** چاه و خندق پیش او خوش مسلکیست
- Sarhoşun önünde hendek de birdir, meydan da. Ona kuyu da doğru yol kesilmiştir, hendek de!
-
آن بز کوهی بر آن کوه بلند ** بر دود از بهر خوردی بیگزند
- Dağ keçisi, yüce dağ başlarında yiyecek arar, hiçbir zarara uğramadan koşar durur!
-
تا علف چیند ببیند ناگهان ** بازیی دیگر ز حکم آسمان
- Yiyecek bulmak, yayılmak üzereyken ansızın feleğin sınaması gelir çatar.
-
بر کهی دیگر بر اندازد نظر ** ماده بز بیند بر آن کوه دگر 810
- Öbür dağa bakar, orada bir dişi dağ keçisi görür.
-
چشم او تاریک گردد در زمان ** بر جهد سرمست زین که تا بدان
- Derhal gözleri kararır. Bu dağdan ta o dağa sıçramak ister.
-
آنچنان نزدیک بنماید ورا ** که دویدن گرد بالوعهی سرا
- Dişi keçinin bulunduğu dağ, ona o kadar yakın görünür ki oraya sıçramak, ev kapısının etrafında koşup dolanmak kadar kolay gelir.
-
آن هزاران گز دو گز بنمایدش ** تا ز مستی میل جستن آیدش
- Binlerce arşın yol ona iki arşınlık bir mesafe görünür, o sarhoşlukla sıçramak ister.
-
چونک بجهد در فتد اندر میان ** در میان هر دو کوه بی امان
- Sıçrayınca da iki amansız dağın arasında ki çukura düşüverir.
-
او ز صیادان به که بگریخته ** خود پناهش خون او را ریخته 815
- O avcılardan dağa kaçmıştı, kaçıp sığındığı yer, kanını döker.
-
شسته صیادان میان آن دو کوه ** انتظار این قضای با شکوه
- Avcılarsa o iki dağ arasındaki yarda oturmuş, bu azametli kaza ve kaderin zuhurunu beklemekteler…
-
باشد اغلب صید این بز همچنین ** ورنه چالاکست و چست و خصمبین
- Dağ keçisi, ekseriyetle böyle avlanır. Yoksa bu hayvan, pek yürük, pek çeviktir, düşmanını sezer, anlar.
-
رستم ارچه با سر و سبلت بود ** دام پاگیرش یقین شهوت بود
- Rüstem’in kellesi, kulağı yerindedir, sakallı, bıyıklı bir adamdır. Ama ayağını tutup onu kafese sokan tuzak, şehvettir.
-
همچو من از مستی شهوت ببر ** مستی شهوت ببین اندر شتر
- Benim gibi şehvet sarhoşluğundan kesil, bu sarhoşluğu, devede seyret!
-
باز این مستی شهوت در جهان ** پیش مستی ملک دان مستهان 820
- Sonra da âlemdeki bu şehvet sarhoşluğu, bil ki meleklerin sarhoşluğuna karşı pek hordur, pek bayağıdır.
-
مستی آن مستی این بشکند ** او به شهوت التفاتی کی کند
- O sarhoşluk, bu sarhoşluğu kırar, mahveder. Melek, nasıl olur da şehvete iltifat eder ki?
-
آب شیرین تا نخوردی آب شور ** خوش بود خوش چون درون دیده نور
- Tatlı suyu tatmadıkça acı su, insana gözünün nuru gibi hoş gelir.
-
قطرهای از بادههای آسمان ** بر کند جان را ز می وز ساقیان
- Gökyüzü şaraplarının bir katrası bile insanı şaraptan da vazgeçirir, sâkilerden de!
-
تا چه مستیها بود املاک را ** وز جلالت روحهای پاک را
- Artık düşün sen, meleklerin ne sarhoşlukları olur, tertemiz ruhlar, ululuktan ne mestîliklere düşer!
-
که به بوی دل در آن می بستهاند ** خم بادهی این جهان بشکستهاند 825
- Onlar, bu şaraptan bir koku alarak gönüllerini vermişler, bu âlem şarabının küpünü kırmışlardır.
-
جز مگر آنها که نومیدند و دور ** همچو کفاری نهفته در قبور
- Ancak, ümitsiz ve o âlemden uzak olanlar, kâfirler gibi kabirlerinde gizlenmişler,
-
ناامید از هر دو عالم گشتهاند ** خارهای بینهایت کشتهاند
- İki âlemden de ümitlerini kesmişler, hadde hesaba gelmez dikenler ekmişlerdir!
-
پس ز مستیها بگفتند ای دریغ ** بر زمین باران بدادیمی چو میغ
- Hârût la Mârût, sarhoşluklarından “Ah ne olurdu, bulut gibi biz de yeryüzüne rahmet yağdırsak,
-
گستریدیمی درین بیداد جا ** عدل و انصاف و عبادات و وفا
- Bu zulüm yurduna adalet, insaf, ibadet ve vefayı yaysaydık” dediler.
-
این بگفتند و قضا میگفت بیست ** پیش پاتان دام ناپیدا بسیست 830
- Onlar bunu dedi ama kaza ve kader de “Durun ayaklarınızın önünde gizli tuzaklar pek çok.
-
هین مدو گستاخ در دشت بلا ** هین مران کورانه اندر کربلا
- Kendinize gelin de belâ çölüne küstahça gitmeyin… Kendinize gelin de körcesine Kerbelâ’ya at sürmeyin!
-
که ز موی و استخوان هالکان ** مینیابد راه پای سالکان
- Çünkü o çölde helâk olanların kıllarından, kemiklerinden yolcu, ayak basacak yer bulamaz.
-
جملهی راه استخوان و موی و پی ** بس که تیغ قهر لاشی کرد شی
- Yol, baştanbaşa kıl, kemik, sinir doludur. Allah’ın kahır kılıcı, nice varları yok etmiştir!
-
گفت حق که بندگان جفت عون ** بر زمین آهسته میرانند و هون
- Allah, “Allah’ın inayetine erişen kullar, yeryüzünde yavaş ve mülâyim bir surette yürürler” dedi.