English    Türkçe    فارسی   

3
808-857

  • آن بز کوهی بر آن کوه بلند ** بر دود از بهر خوردی بی‌گزند
  • Dağ keçisi, yüce dağ başlarında yiyecek arar, hiçbir zarara uğramadan koşar durur!
  • تا علف چیند ببیند ناگهان ** بازیی دیگر ز حکم آسمان
  • Yiyecek bulmak, yayılmak üzereyken ansızın feleğin sınaması gelir çatar.
  • بر کهی دیگر بر اندازد نظر ** ماده بز بیند بر آن کوه دگر 810
  • Öbür dağa bakar, orada bir dişi dağ keçisi görür.
  • چشم او تاریک گردد در زمان ** بر جهد سرمست زین که تا بدان
  • Derhal gözleri kararır. Bu dağdan ta o dağa sıçramak ister.
  • آنچنان نزدیک بنماید ورا ** که دویدن گرد بالوعه‌ی سرا
  • Dişi keçinin bulunduğu dağ, ona o kadar yakın görünür ki oraya sıçramak, ev kapısının etrafında koşup dolanmak kadar kolay gelir.
  • آن هزاران گز دو گز بنمایدش ** تا ز مستی میل جستن آیدش
  • Binlerce arşın yol ona iki arşınlık bir mesafe görünür, o sarhoşlukla sıçramak ister.
  • چونک بجهد در فتد اندر میان ** در میان هر دو کوه بی امان
  • Sıçrayınca da iki amansız dağın arasında ki çukura düşüverir.
  • او ز صیادان به که بگریخته ** خود پناهش خون او را ریخته 815
  • O avcılardan dağa kaçmıştı, kaçıp sığındığı yer, kanını döker.
  • شسته صیادان میان آن دو کوه ** انتظار این قضای با شکوه
  • Avcılarsa o iki dağ arasındaki yarda oturmuş, bu azametli kaza ve kaderin zuhurunu beklemekteler…
  • باشد اغلب صید این بز همچنین ** ورنه چالاکست و چست و خصم‌بین
  • Dağ keçisi, ekseriyetle böyle avlanır. Yoksa bu hayvan, pek yürük, pek çeviktir, düşmanını sezer, anlar.
  • رستم ارچه با سر و سبلت بود ** دام پاگیرش یقین شهوت بود
  • Rüstem’in kellesi, kulağı yerindedir, sakallı, bıyıklı bir adamdır. Ama ayağını tutup onu kafese sokan tuzak, şehvettir.
  • همچو من از مستی شهوت ببر ** مستی شهوت ببین اندر شتر
  • Benim gibi şehvet sarhoşluğundan kesil, bu sarhoşluğu, devede seyret!
  • باز این مستی شهوت در جهان ** پیش مستی ملک دان مستهان 820
  • Sonra da âlemdeki bu şehvet sarhoşluğu, bil ki meleklerin sarhoşluğuna karşı pek hordur, pek bayağıdır.
  • مستی آن مستی این بشکند ** او به شهوت التفاتی کی کند
  • O sarhoşluk, bu sarhoşluğu kırar, mahveder. Melek, nasıl olur da şehvete iltifat eder ki?
  • آب شیرین تا نخوردی آب شور ** خوش بود خوش چون درون دیده نور
  • Tatlı suyu tatmadıkça acı su, insana gözünün nuru gibi hoş gelir.
  • قطره‌ای از باده‌های آسمان ** بر کند جان را ز می وز ساقیان
  • Gökyüzü şaraplarının bir katrası bile insanı şaraptan da vazgeçirir, sâkilerden de!
  • تا چه مستیها بود املاک را ** وز جلالت روحهای پاک را
  • Artık düşün sen, meleklerin ne sarhoşlukları olur, tertemiz ruhlar, ululuktan ne mestîliklere düşer!
  • که به بوی دل در آن می بسته‌اند ** خم باده‌ی این جهان بشکسته‌اند 825
  • Onlar, bu şaraptan bir koku alarak gönüllerini vermişler, bu âlem şarabının küpünü kırmışlardır.
  • جز مگر آنها که نومیدند و دور ** همچو کفاری نهفته در قبور
  • Ancak, ümitsiz ve o âlemden uzak olanlar, kâfirler gibi kabirlerinde gizlenmişler,
  • ناامید از هر دو عالم گشته‌اند ** خارهای بی‌نهایت کشته‌اند
  • İki âlemden de ümitlerini kesmişler, hadde hesaba gelmez dikenler ekmişlerdir!
  • پس ز مستیها بگفتند ای دریغ ** بر زمین باران بدادیمی چو میغ
  • Hârût la Mârût, sarhoşluklarından “Ah ne olurdu, bulut gibi biz de yeryüzüne rahmet yağdırsak,
  • گستریدیمی درین بی‌داد جا ** عدل و انصاف و عبادات و وفا
  • Bu zulüm yurduna adalet, insaf, ibadet ve vefayı yaysaydık” dediler.
  • این بگفتند و قضا می‌گفت بیست ** پیش پاتان دام ناپیدا بسیست 830
  • Onlar bunu dedi ama kaza ve kader de “Durun ayaklarınızın önünde gizli tuzaklar pek çok.
  • هین مدو گستاخ در دشت بلا ** هین مران کورانه اندر کربلا
  • Kendinize gelin de belâ çölüne küstahça gitmeyin… Kendinize gelin de körcesine Kerbelâ’ya at sürmeyin!
  • که ز موی و استخوان هالکان ** می‌نیابد راه پای سالکان
  • Çünkü o çölde helâk olanların kıllarından, kemiklerinden yolcu, ayak basacak yer bulamaz.
  • جمله‌ی راه استخوان و موی و پی ** بس که تیغ قهر لاشی کرد شی
  • Yol, baştanbaşa kıl, kemik, sinir doludur. Allah’ın kahır kılıcı, nice varları yok etmiştir!
  • گفت حق که بندگان جفت عون ** بر زمین آهسته می‌رانند و هون
  • Allah, “Allah’ın inayetine erişen kullar, yeryüzünde yavaş ve mülâyim bir surette yürürler” dedi.
  • پا برهنه چون رود در خارزار ** جز بوقفه و فکرت و پرهیزگار 835
  • Ayağı yalın olan dikenlikte nasıl yürür? Dura, dura. Düşüne, düşüne, ihtiyatla adım ata ata! diyordu.
  • این قضا می‌گفت لیکن گوششان ** بسته بود اندر حجاب جوششان
  • Kaza bunu söylüyordu ama onların kulakları, coşkunlukları yüzünden tıkanmış, sağır olmuştu.
  • چشمها و گوشها را بسته‌اند ** جز مر آنها را که از خود رسته‌اند
  • Varlıklarından kurtulanlardan başka herkesin gözlerini bağlamışlar, kulaklarını tıkamışlardır.
  • جز عنایت که گشاید چشم را ** جز محبت که نشاند خشم را
  • Gözleri, Allah inayetinden başka ne açar, kızgınlığı sevgiden başka ne yatıştırır?
  • جهد بی توفیق خود کس را مباد ** در جهان والله اعلم بالسداد
  • Dilerim, Allah ihsanı olmayan muvaffakiyete ulaşmak için çalışıp çabalama, dünyada kimseye mukadder olmasın, Doğruyu Allah daha iyi bilir.
  • قصه‌ی خواب دیدن فرعون آمدن موسی را علیه السلام و تدارک اندیشیدن
  • Firavun’un Musa aleyhisselâm’ı rüyada görmesi ve doğmaması için tedbirlere girişmesi
  • جهد فرعونی چو بی توفیق بود ** هرچه او می‌دوخت آن تفتیق بود 840
  • Firavunun çalışıp çabalaması, Allah ihsanı olan muvaffakiyete ulaşmamıştı. Allah muvaffakiyet vermediği için de diktiği yırtılıp sökülüyordu.
  • از منجم بود در حکمش هزار ** وز معبر نیز و ساحر بی‌شمار
  • Hükmünde binlerce müneccim, binlerce düş yorucu, binlerce büyücü vardı.
  • مقدم موسی نمودندش بخواب ** که کند فرعون و ملکش را خراب
  • Firavuna rüyasında Musa’nın doğacığını, Firavun’u ve saltanatını mahvedeceğini göstermişlerdi.
  • با معبر گفت و با اهل نجوم ** چون بود دفع خیال و خواب شوم
  • Düş yorucularla müneccimlere “Bu hayâlin, bu kötü rüyanın delâlet ettiği şeyi nasıl defetmeli?” dedi.
  • جمله گفتندش که تدبیری کنیم ** راه زادن را چو ره‌زن می‌زنیم
  • Hepsi de dediler ki: “Bir tedbirde bulunalım, çocuğun doğmasına mâni olalım”
  • تا رسید آن شب که مولد بود آن ** رای این دیدند آن فرعونیان 845
  • Doğum gecesi gelince Firavun kulları şu tedbiri kabul ettiler, şunu münasip gördüler:
  • که برون آرند آن روز از پگاه ** سوی میدان بزم و تخت پادشاه
  • O gün İsrailoğullarını erkenden meydana, padişahın huzuruna götüreceklerdi.
  • الصلا ای جمله اسرائیلیان ** شاه می‌خواند شما را زان مکان
  • “Ey İsrail oğulları, haydin… Sizi padişah filân yerde huzuruna çağırıyor.
  • تا شما را رو نماید بی نقاب ** بر شما احسان کند بهر ثواب
  • Sizi örtüsüz, nikapsız yüzünü gösterecek, sevaba ermek üzere size ihsanlarda bulunacak” diye tellâllar bağıracaklardı.
  • کان اسیران را بجز دوری نبود ** دیدن فرعون دستوری نبود
  • Çünkü o esirler, Firavuna hiç yaklaşmazlardı, onu görmelerine izin yoktu.
  • گر فتادندی به ره در پیش او ** بهر آن یاسه بخفتندی برو 850
  • Hatta yolda ona rastlasalar yüzükoyun yere kapanmaları emredilmişti.
  • یاسه این بد که نبیند هیچ اسیر ** در گه و بیگه لقای آن امیر
  • Kanun buydu: hiçbir esir, ister vakitli olsun, ister vakitsiz, o padişahın yüzünü göremeyecek.
  • بانگ چاووشان چو در ره بشنود ** تا ببیند رو به دیواری کند
  • Yolda çavuşların seslerini duydu mu, yüzünü görmemek için duvara dönecekti.
  • ور ببیند روی او مجرم بود ** آنچ بتر بر سر او آن رود
  • Şayet yüzünü görürse mücrim sayılır, başına gelecek en kötü şeyler gelip çatardı.
  • بودشان حرص لقای ممتنع ** چون حریصست آدمی فیما منع
  • Onlarda görmeleri men edilen o yüzü görmeyi pek isterlerdi. İnsan men edildiği şeye haristir derler.
  • به میدان خواندن بنی اسرائیل برای حیله‌ی ولادت موسی علیه السلام
  • İsrailoğullarını, Musa aleyhisselâm’ın doğumuna mâni olmak üzere meydana çağırmaları
  • ای اسیران سوی میدانگه روید ** کز شهانشه دیدن و جودست امید 855
  • (Tellâllar bağırdılar:) “Esirler, meydana doğru koşun. Umulur ki padişahlar padişahı, size yüzünü gösterecek. İhsanlarda bulunacak!”
  • چون شنیدند مژده اسرائیلیان ** تشنگان بودند و بس مشتاق آن
  • İsrailoğulları bu müjdeyi duyunca padişahın didarına susuz ve müştak olduklarından,
  • حیله را خوردند و آن سو تاختند ** خویشتن را بهر جلوه ساختند
  • Hileye inandılar. Süslenip püslenip o tarafa doğru koştular.
  • حکایت
  • Hikâye