English    Türkçe    فارسی   

3
989-1038

  • جنگهای خلق بهر خوبیست ** برگ بی برگی نشان طوبیست
  • Halkın savaşları hep güzellik içindir, hep iyilik içindir. Fakat yoksulluk azığı yok mu, asıl saadet nişanesi odur.
  • خشمهای خلق بهر آشتیست ** دام راحت دایما بی‌راحتیست 990
  • Halkın kızışları sulh içindir ama rahata ulaşma tuzağı, daima rahatsızlıktır, zahmetle rahata ulaşılır.
  • هر زدن بهر نوازش را بود ** هر گله از شکر آگه می‌کند
  • Her sille, okşamak içindir... Her şikâyet, insana şükretmeyi andırır.
  • بوی بر از جزو تا کل ای کریم ** بوی بر از ضد تا ضد ای حکیم
  • Ey kerem sahibi, cüzden kül kokusunu al… Ey hakîm, zıttan zıddı istidlâl et!
  • جنگها می آشتی آرد درست ** مار گیر از بهر یاری مار جست
  • Doğrusu savaşlar, barışa sebep olur. Yılancı da kim için yılan aradı.
  • بهر یاری مار جوید آدمی ** غم خورد بهر حریف بی‌غمی
  • İnsan, geçim için, rahatlık için yılan arar, gamdan kurtulmak için gam yiyip durur.
  • او همی‌جستی یکی ماری شگرف ** گرد کوهستان و در ایام برف 995
  • O da o karda, kışta dağları dönüp dolaşmakta, iri bir yılan arayıp durmaktaydı.
  • اژدهایی مرده دید آنجا عظیم ** که دلش از شکل او شد پر ز بیم
  • Derken bir dağda iri bir ölmüş yılan gördü. Şekli bile gönlünü dehşetle dolduruyordu.
  • مارگیر اندر زمستان شدید ** مار می‌جست اژدهایی مرده دید
  • Yılancı, o şiddetli kış mevsiminde yılan ararken o koskoca ölü ejderhayı gördü.
  • مارگیر از بهر حیرانی خلق ** مار گیرد اینت نادانی خلق
  • Yılancı, halkı hayretlere düşürmek için yılan tutar. İşte sana halkın bilgisizliği!
  • آدمی کوهیست چون مفتون شود ** کوه اندر مار حیران چون شود
  • İnsan, bir dağa benzer, dağ nasıl aldanır, nasıl olur da bir yılana hayran olur?
  • خویشتن نشناخت مسکین آدمی ** از فزونی آمد و شد در کمی 1000
  • Yoksul âdemoğlu kendisini tanımadı, bilmedi, fazilet makamından gelip bu noksan âlemine düşüverdi.
  • خویشتن را آدمی ارزان فروخت ** بود اطلس خویش بر دلقی بدوخت
  • İnsan kendisini ucuz sattı. Atlastı, kendini bir hırkaya yamadı gitti!
  • صد هزاران مار و که حیران اوست ** او چرا حیران شدست و ماردوست
  • Yüz binlerce yılan ve dağ, ona hayranken o, niçin hayretlere düştü, yılan sevdasına kapıldı?
  • مارگیر آن اژدها را بر گرفت ** سوی بغداد آمد از بهر شگفت
  • Yılancı, o ejderhayı tutup, halkı hayrete düşürmek için Bağdat’a geldi.
  • اژدهایی چون ستون خانه‌ای ** می‌کشیدش از پی دانگانه‌ای
  • Birkaç para elde etmek için o çadır direği gibi ejderhayı çekip sürükledi.
  • کاژدهای مرده‌ای آورده‌ام ** در شکارش من جگرها خورده‌ام 1005
  • “Ölü bir ejderha getirdim. Avlamak için ne zahmetler çektin” diyordu.
  • او همی مرده گمان بردش ولیک ** زنده بود و او ندیدش نیک نیک
  • O, ejderhayı ölü sanıyordu. Fakat iyi dikkat etmemişti. Ejderha diriydi.
  • او ز سرماها و برف افسرده بود ** زنده بود و شکل مرده می‌نمود
  • Kıştan, soğuktan donmuştu. Diriydi ama ölü gibi görünüyordu.
  • عالم افسردست و نام او جماد ** جامد افسرده بود ای اوستاد
  • Âlem de donmuştur da adı cemad olmuştur. Üstadım, camit, donmuş demektir.
  • باش تا خورشید حشر آید عیان ** تا ببینی جنبش جسم جهان
  • Mahşer güneşi doğuncaya dek sabret de âlem cisminin hareketini gör.
  • چون عصای موسی اینجا مار شد ** عقل را از ساکنان اخبار شد 1010
  • Musa’nın elinde asâ, yılan oldu ya… Bütün âlemi de buna kıyas et.
  • پاره‌ی خاک ترا چون مرد ساخت ** خاکها را جملگی شاید شناخت
  • Senin bir avuç topraktan ibaret olan varlığını nasıl bir cisim haline getirir? Bütün toprakları da bilgi ve anlayış sahibi bilmek gerek.
  • مرده زین سو اند و زان سو زنده‌اند ** خامش اینجا و آن طرف گوینده‌اند
  • Bunların hepsi de bu âleme göre ölü, fakat hakikat âleminde diridir. Burada susup duruyorlar ama orada söylemekteler.
  • چون از آن سوشان فرستد سوی ما ** آن عصا گردد سوی ما اژدها
  • Onları hakikat âleminden bize yolladılar mı işte asâ, bize ejderha kesilir.
  • کوهها هم لحن داودی کند ** جوهر آهن بکف مومی بود
  • Dağlar, sese gelir, Davut’la beraber ırlar, ilahi okur, demir bile avucunda mum gibi yumuşar.
  • باد حمال سلیمانی شود ** بحر با موسی سخن‌دانی شود 1015
  • Rüzgâr, Süleyman’ı yüklenir, taşır; deniz Musa ile konuşur.
  • ماه با احمد اشارت‌بین شود ** نار ابراهیم را نسرین شود
  • Ay, Ahmet’in işaretini emrini anlar, fermanına uyar; ateş, İbrahim’e ağustos gülü olur…
  • خاک قارون را چو ماری در کشد ** استن حنانه آید در رشد
  • Toprak, Karun’u yılan gibi sömürür, yutar; Hannâne direği akla, fikre sahip olur...
  • سنگ بر احمد سلامی می‌کند ** کوه یحیی را پیامی می‌کند
  • Taş, Ahmet’e selâm verir; Dağ Yahya’ya haber yollar…
  • ما سمعیعیم و بصیریم و خوشیم ** با شما نامحرمان ما خامشیم
  • Hepsi de bunlara “ Biz size karşı duyar, görürüz… sizinle hoşuz, neşeliyiz. Fakat namahremlere karşı susup durmaktayız” derler.
  • چون شما سوی جمادی می‌روید ** محرم جان جمادان چون شوید 1020
  • Ama siz bir cemada gidiyor, ona yöneliyorsunuz. Artık cematların canına, sırrına nasıl mahrem olursunuz ki?
  • از جمادی عالم جانها روید ** غلغل اجزای عالم بشنوید
  • Cematlardan can âlemine gidin de âlemin cüzülerinin ahengini duyun!
  • فاش تسبیح جمادات آیدت ** وسوسه‌ی تاویلها نربایدت
  • O vakit cansız şeylerin tespihlerini apaçık duyarsın da tevil vesveselerine kapılmazsın.
  • چون ندارد جان تو قندیلها ** بهر بینش کرده‌ای تاویلها
  • Can âleminde kandiller yok da görmek için tevillere yapışıyorsun.
  • که غرض تسبیح ظاهر کی بود ** دعوی دیدن خیال غی بود
  • “Tespihten maksat, nasıl olur da zahirî tespih olur? Bu tespihte bulunan bu cansız şeyleri görmek de sapıklıktan başka bir şey değil.
  • بلک مر بیننده را دیدار آن ** وقت عبرت می‌کند تسبیح‌خوان 1025
  • Doğrusu şu: onları gören, ibret alır da Allah’ı tespih eder.
  • پس چو از تسبیح یادت می‌دهد ** آن دلالت همچو گفتن می‌بود
  • Sana Allah’ı tespih etmeyi hatırlıyor ya… İşte bu tespihe delil olmaları, onları tespih etmesi demektir” dersin.
  • این بود تاویل اهل اعتزال ** و آن آنکس کو ندارد نور حال
  • İtizal ehlinin tevili budur işte. Hal nuruna sahip olmayan kişinin işi budur.
  • چون ز حس بیرون نیامد آدمی ** باشد از تصویر غیبی اعجمی
  • İnsan, duygudan çıkmadı mı gayb âlemine tamamıyla yabancıdır.
  • این سخن پایان ندارد مارگیر ** می‌کشید آن مار را با صد زحیر
  • Bu sözün sonu gelmez… Yılancı, o yılanı yüzlerce zahmetle çeke çeke,
  • تا به بغداد آمد آن هنگامه‌جو ** تا نهد هنگامه‌ای بر چارسو 1030
  • Bağdat’a kadar geldi. o maceracı adam, çarşıda bir hengâmedir koparmak için,
  • بر لب شط مرد هنگامه نهاد ** غلغله در شهر بغداد اوفتاد
  • Yılanı Şat kıyısına koydu. Bağdat şehrinde bir gürültüdür koptu,
  • مارگیری اژدها آورده است ** بوالعجب نادر شکاری کرده است
  • “Bir yılancı ejderha getirmiş, acayip görülmemiş mefret bir şey. Nasıl da avlamış?” diye,
  • جمع آمد صد هزاران خام‌ریش ** صید او گشته چو او از ابلهیش
  • Yüz binlerce ahmak adam toplandı, ahmaklıklarından onlar da yılancı gibi yılana avlandılar.
  • منتظر ایشان و هم او منتظر ** تا که جمع آیند خلق منتشر
  • Onlar, yılanı görmek için bekleşiyorlardı. O da etraftaki halk tamamıyla toplansın diye bekliyordu.
  • مردم هنگامه افزون‌تر شود ** کدیه و توزیع نیکوتر رود 1035
  • Halk, iyice toplansın da elime geçecek para çok olsun diyordu.
  • جمع آمد صد هزاران ژاژخا ** حلقه کرده پشت پا بر پشت پا
  • Yüz binlerce herzevekil toplandı, halka oldular. Bir ayak, bin ayaküstüne geldi!
  • مرد را از زن خبر نه ز ازدحام ** رفته درهم چون قیامت خاص و عام
  • Kalabalıktan erkeğin kadından haberi yoktu. Halkla ileri gelenler birbirlerine girmiş âdeta kıyametten bir alâmet olmuştu.
  • چون همی حراقه جنبانید او ** می‌کشیدند اهل هنگامه گلو
  • Yılancı, yılanın üstündeki kilimi kımıldattıkça halk, parmaklarının ucuna basıp boyunlarını uzatıyordu.